ben

merhaba. burada üzerine iki çift laf et diye dürtüp duran kitaplar bazen de filmler hakkında yazıyorum. niyesi yok. bir çeşit not defteri işte. tutamadım kendimi, benim de edecek iki lafım var derseniz, salın kendinizi, ekleyin metnin orasına burasına. yok illa sana doğrudan yazacağım derseniz guhercile@gmail.com'a da yazabilirsiniz.

30 Haziran 2010

körlük

Jose Saramago 88 yaşında aramızdan ayrıldı. Ölüm haberini gazetelerde okuyana kadar Saramago benim için sadece bir kaç kitabını okuduğum, takdir ettiğim ve eğer günün birinde bir roman yazacaksam kesinlikle taklitçisi olacağım biriydi; şimdiyse yeterince hakkını veremediğim bir yazar. Aslında kitaplarının bir çoğundan haberim olsa da sadece ikisini okuyabilmişim şimdiye dek: Körlük (Ensaio sobre a Cegueira - 1995) ve Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş (As Intermitências da Morte - 2005). Hatta bir zamanlar kendime hazırladığım okunacaklar listesinde Yitik Adanın Öyküsü'nü (A jangada de pedra) de koymuşum ama okumak nasip olmamış.


İlk kez bir derste zorunlu okuma olarak verilmişti Körlük. O zamana dek pek haberimiz yoktu Saramago'dan. Gerçi yıl 1998 ya da 1999 olmalı. Yani Saramago'nun Nobel Edebiyat Ödülünü aldığı zamanlar. Yani bizim Türkiye'de basılmış bilim-kurgu külliyatını hatim etme çabasında olduğumuz zamanlar. O yüzden Körlük'ü sanki bir bilimkurguymuşcasına okumuştuk. Şimdi burada bilim-kurgu edebiyatından ne anladığımıza uzun uzun girişmeyelim; zira mevzu uzundur. O hissiyatla okumuştuk diyelim.


Politik bilincimizin yavaş yavaş şekillenmeye başladığı sıralarda Körlük'ü okumak garip ama güzel bir tesadüf olmuştu. Hadi tesadüf deyip hakkını yemeyeyim kimsenin, bunu zorunlu okuma olarak veren Hoca'nın da bir amacı varmış belli ki. İktidar denilen o mefhumla böyle zekice uğraşmak, güya olağanüstü bir dünyada bizim olağan dünyayı anlatmak, ama bunu yaparken de ince bir ironiyi tutturmak Saramago'yu bizim 'sıkı yazarlarımız' arasına sokmaya yetmişti de artmıştı bile. Körlük’te kullandığı bir kavram bile yeterliydi bizim için: Beyaz Körlük.

“Araba kullanan biri aniden kör olur ve kaza yapar”



Beyaz körlük o kadar yerinde bir metafor ki neye koysan uyacak gibi görünüyor. Aslında Körfez Savaşı olmadı diyen Baudrillard’ı alın mesela. O kadar yoğun bir bilgi bombardımanı vardı ki benim gibi o sıralarda çocuk olanlar bile sabahlara kadar oturup CNN canlı yayınının o komik simültane çevirisini dinleyip atılan bombaların isimlerini ezberliyorduk; Patriot ve Scud. Savaş evlerimizin içine girmişken (ve yurdun bazı bölgelerinde karartma uygulanıyorken ve yurdun tümünde sığınaklar hızla elden geçirilirken) aslında insanoğlu olarak da bir o kadar dışındaydık o savaşın. Ölenler ekranda ölüyorlardı, vurulan kentler (Bağdat veya Tel Aviv) sadece haritalarda işaretli yerlerdi, Saddam petrol kuyularını ateşe vermişti de defalarca kez petrole bulanmış can çekişen karabatakı izlemiştik. O Peter Arnett’in verdiği bilgiler o kadar akın akın gelmişti ki gözlerimize yurt hudutlarından 2 km içerideki trajediyi ancak oralardan kopup gelen peşmergeler sayesinde anlayabilmiştik. Yaşanılan bir körlüktü, beyaz körlük. Gördüğümüz ama görmek istemediğimiz bir gerçeklik…

Körlük de böylesi bir körlüğü konu almış bir romandı. Dünya üzerindeki herkes kör olsa ne olur? En başta ilginç hatta fantastik bir soru gibi geliyor. Oysa halihazırda da bir körlük durumu içinde yaşadığımızı düşünürsek yanıt gayet de basit: farklı hiçbir şey olmaz. Körlük’te varılan nokta bu!


Herkes kör olduğunda kent yaşamı bildiğimizden farklılaşır, insanlar değişir, düzen bozulur, kaos baş gösterir vs. Saramago’nun anlattığı belki de post-apokaliptik bir dünya gibi görünür en başta. Mal, mülk, statü, iktidar, otorite, ayrıcalıklar, yoksunluklar, her şey el değiştirir AMA yok olmaz. Bir çeşit darbe/devrim halidir. Değişmeyen şeyler de vardır tabi: meşru şiddet tekeline sahip olan ama olayı engellemeyi bırakın onu çıkarına kullanma hesapları peşinde olan devlet.


Daha sonraları Körlük, Cidade de Deus – TanrıKent ve Cidade dos Homens – İnsanKent’in yapımcı/yönetmeni ve El Baño del Papa – Papa’nın Tuvaleti’nin yapımcısı da olan Fernando Meirelles tarafından sinemaya 2008'de aktarıldı. Daha önce kitabı okumuş olanlar filmi tabi ki beğenmediler (çünkü uyarlamalar genellikle kötüdür!) çünkü “Saramago’nun kalemi ile yaptığını Meirelles kamerası ile yapamamıştı”. Bence çok acımasız bir eleştiriydi bu. Çünkü Körlük denilince aklıma bu filmden sahneler de geliyor ama, örneğin, Yüzüklerin Efendisi deyilince aklıma ilk önce J.R.R. Tolkien geliyor. Bu da benim ispat yöntemim! Neyse, Körlük’ü sahneler üzerinden anlatmak istiyordum da onun için bu kadar gevezelik yaptım. Konuya geri dönelim.


Körlük’te tüm şehir kör olurken (devlet mensupları hep azadedir zaten) sadece bir kişi Doktorun Karısı (Jullianne Moore) bu vahim hadisenin dışında kalır. Körlük salgın gibi yayılırken Doktorun Karısı sayesinde kaybolan kenti ve insanlığı izleriz. Açlık yüzünden ellerine geçen her şeyi yiyen, artık kimse görmediği için her yere sıçan insanlar, karısını, çoluğunu, çocuğunu arayanlar, yardım dilenenler, can çekişenler… Doktorun Karısı her nedense gördüğünü eşi dışında herkesten gizler ve oradaki buradaki sefil insanları bir grup haline getirerek onları hayatta tutmaya çalışır. En sonunda devlet bunları hastanemsi bir yere tıkar ve orada karantinaya terk edilirler.


Romanı (veya filmi) anlatmaya gerek yok tabi ki. Ama etkisini anlatabilirim. Romanı okuyanları toplu halde yakalayamadığıma göre bunu film üzerinden yapabilirim ancak. Genelde verilen tepkiler şunlardı: Doktorun Karısı görüyorken neden bunu kendisine kar olarak çevirmiyor? İnsanlar neden hala giyinik kalmaya çalışıyor? Diğer koğuşun ağası (Bartander – Gael Garcia Bernal) bir silah bulup yemeğe el koyunca para ve mücevher gibi değerli eşyalar istiyorlar, neden? Ne işlerine yarayacak ki? Mal mülk bitince diğer koğuşun kadınlarını istiyorlar ve diğer koğuş buna uyuyor, neden? Gören tek kişi bile neden bu tecavüzü kabul ediyor? Neden silahı öyle ya da böyle ele geçirip Bartander’i saf dışı bırakmıyor?


Doktorun Karısı görüyor oluşunu çıkar sağlamak için kullanmıyor çünkü kullanamaz. Bırakın bunu gördüğünü kimseye söyleyemez bile çünkü güvenlik kaygısı taşır. Önümüzde olup bitenlere güvenlik kaygısı yüzünden ses çıkarmayan yüzlerce, binlerce kişi gibi. Beyaz Tavşan’ı izlemeyenlerimiz gibi. Daha dün Hatay’da kekik toplamaya yaylaya çıkan köylüler terörist sanıldı diye askerler tarafından vuruldular. Buna dair nasıl bir toplumsal tepki duyduk ki Allah aşkına? Şimdi Ergenekon ayağına askere karşı az çok cılız sesler çıkıyor, ama konu edilen yine vurulan köylüler değil. Konu sadece ordu ile hesaplaşma. Görüyorken de kör numarası yapabilirsin, hepimizin yaptığı gibi!


İnsanlar birbirini görmüyorlarken hala giyinik kalmaya çalışır çünkü normlar içselleştirilmiştir. Kadınların saçını açması veya kapamasının ulusal bütünlük meselesi haline gelmesi, Alanya çarşısının bikini ile gezilmesinin yasaklanması, memurların kılık kıyafet yönetmeliği ne kadar mantıklı ise o da o kadar mantıklı işte. Bir antropolog kadın Afrika’da bir kabileye gittiğinde üzerindeki kıyafetlerle kendisini çıplak olarak hisseder ve bundan o kadar rahatsız olur ki üzerindekileri çıkarıp ateşe attığında, göğüsleri ilk kez güneşi gördüğünde ancak kendisini ‘giyinmiş’ hisseder. Hatta bununla ilgili hoş bir film de vardı: Les Textiles - Çıplak Tatil. Bu giyinik veya soyunuk olmayı bakan gözle eşitlemenin mantıksal sonucu işte.


Mücevher ve para bir görenin ne kadar işine yarıyorsa bir körün de o kadar işine yarar. Körlerin dünyasında artık paranın geçmez olduğunu düşünmek bana tutarsız geliyor. Meta değeri olmadan mücevheri (ne bileyim altını, elması, gümüşü, zümrütü vs.) görüntüsüyle birlikte hoş olarak düşünebiliriz belki. Ama onları bizim için değerli kılan şey estetik değeri değil meta değeri. Hepimiz kör olsak bu meta değeri yok olmayacak ki! Sadece o an için o değeri bir değişim için kullanamazsınız ama bu bile geçici bir şey. Yemek için Bartander'in aldığı para Bartander'in pek hoşlanmadığı ranzasını değiştirmek için bir başkasına önerilebilir pekala. Filmde böyle bir şey yok çünkü Bartander'in buna ihtiyacı yok çünkü zaten elinde bir silah var. İşte can alıcı nokta elinde kapital veya şiddet aracı varsa sen kralsın! Görenler dünyasından bir farkı yok.


Kadınları yemek alabilmek için diğer koğuşa 'gönderiyorlar'. Talep eden erkekler, talebi karşılayan erkekler, talep edilen kadınlar. Saramago Körlük'te bu kadar üzerinde durmasa da filmdeki can alıcı noktalardan biri de burasıydı. Neden Doktorun Karısı bir şey yapmıyor? Neden yapmasını bekliyoruz ki? Kadınların olabildiğince meta haline geldiği şu kapitalizmden ne farkı var ki bunun? Koğuşa giden kadınların kimisi gönülsüz olduğu için onlara tecavüz ediliyor; bazı kadınlar da gayet sevişgen (!) oldukları için habire diğer koğuşa geçip duruyorlar. İyi de bunun neresi garip? Gazetelerin internet sitelerinde saçmasapan bir sürü bahaneyle kadın bedenlerini içeren yüzlece galeri yok mu? Oradaki kadınların bir çoğu metalaştırdıkları bedenlerinden para kazanıp mutlu ve mesut bir yaşam sürmüyorlar mı?

Peki Doktorun Karısı neden bu tecavüze razı oluyor bu durumdan kaçabilecekken sorusuna bir sürü yanıt verilebilir. Bence en basit cevabı şu: korku. İçinde yaşadığımız sistemin defalarca kez tecavüzüne uğruyorken biz neden hiçbir şey yapamıyoruz da o 'gönüllü' kadınlar gibi habire gidip sistemin tecavüzüne gönüllü maruz kalıyoruz?


Dışarıda karantina altındakileri kontrol etmek için nöbette bekleyen askerler de tek tek bu beyaz körlük hastalığına yakalanıyorlar (yanlış hatırlamıyorsam filmde böyle değildi). Fakat herkes hasta olsa da karantinadakiler içeride nöbettekiler dışarıda kalıyorlar. Herkes onlara biçilen rolü oynamaya devam ediyor. Yani hiçbir farkı yok!


Saramago'yu hatırlarken bunları da hatırladım. Dediğim gibi öldğünü duyuncaya kadar onun hakkında pek de bir şey bilmiyordum. Kendisi ölümüne kadar 41 yıl Portekiz Komünist Partisinin aktif üyesiymiş. Nobel'i kazandığında bir kitap fuarındaymış ve ödül kendisine haber verildiğinde editörü ondan fuarda kalmasını istemiş. Kendisi şu cevabı ile edebiyat dünyasında saygın bir yer edinmiş: “bırakın da karıma gideyim!”. Önce yazdığı yazılar yüzünden anti-semitik olmakla suçlanmış, sonra da O Evangelho Segundo Jesus Cristo - İsa'ya göre İncil isimli romanı yüzünden fanatik hristiyanlardan tehditler alınca ve eseri Portekiz Hükümeti tarafından sansüre uğratılınca Kanarya Adaları'na taşınmak zorunda kalmış. Ölümünden sonra Vatikan'ın resmi gazetesi sayılabilecek l'Osservatore Romano gazetesi Saramago'yu 'din karşıtı ideolog' ve 'popülist bir aşırılıkçı' olarak tanımlamış. 20.000 kişilik cenazesine Raul ve Fidel Castro da çelenk göndermiş. İşte hayatımızdan gelip geçen eşsiz bir yazarın ve onun beni okuduklarımdan en sevdiğim olan Körlük'ün bende bıraktıkları. Rahat uyu Saramago.


Sinemasal Not: 


Filmde kanımca Hollywood'un en silik yüzlü aktristlerinden olan Julliene Moore'un kullanılması pek isabet olmuş. Olağandışı hadisenin sıradan güzeli. Güzeli tabi, Hollywood'dan bahsediyoruz. Olması gerektiği gibi oynamış. 


Ama öte yandan Gael Garcia Bernal'i böyle bir rolde görmek beni pek mesut etti. Pek çok kadın arkadaşım bunu kıskançlığıma yorsa da GGB'nin o temiz yüzlü, çocuksu ama romantik, has duyguların insanı karakterinin dışına çıkması ve koğuş ağası pozisyonunda bir tecavüzcüye dönüşmesi çok iyiydi. Adamcağız tüm hayatını The Motorcycle Diaries - Motorsiklet Günlükleri'ndeki o karizması ile geçirmeyecekti ya! 

Ve son olarak film gereğinden fazla didaktikti. Tamam yahu anladık, insanlar artık kimse görmediğinde ve gitmeye üşendiklerinde yerlere sıçıyorlar, üzerine basıp kayıp düşüyorlar. Bunu zoom in/out'larla göstermenin alemi ne? Görsellik bazı yerlerde konunun o kadar üzerine çıkmış ki harbiden de zavallı insanları izlemeye başlıyorsunuz. Oysa Sarmago Körlük'te bizim zavallılığımızı anlatmıyor muydu?

18 Haziran 2010

zaman

Ne zaman zamanla ilgili bir film izlesem yamulup kalıyorum. Benim gibi sinemayı sanattan ziyade bir eğlenme aracı olarak algılayan biri için iyi bir kurgu çoğu zaman en aranılan şey oluyor. Zaman ile uğraşan bir film ise, bu kurgu ne kadar mükemmel olursa olsun, bir sorun haline geliyor. Zaman konusuna çok kafa yorduğum için veya ilk gençlik yıllarımda Hawking'in o çok meşhur bestseller'ı Zamanın Kısa Tarihi'ni çok sevdiğim için değil, bu kavramı bir türlü kayrayamayışımdan. Böylesi filmler o yüzden çok sorunlu oluyor ya; kurgu mu bir zaman, yoksa zaman mı bir kurgu? Gerçi bununla boğuşmak da pek bi eğlenceli. Belki de zamanlı filmleri habire zamansız izleyip duruşum da bundan.




Neymiş efendim zaman iki eylem arasında geçen süreymiş. Tamam. Süre de bir zaman kesitiymiş. Bu da tamam! Öyleyse zaman iki eylem arasında geçen zaman kesitiymiş. Yaaa, anladık mı? Hayır! Ben anlamadım. Başka tanıma baktım: zaman iki hareket arasında geçen süreymiş. Bu daha da karışık. Hareket zaten zaman ölçeğine bağlı bir şey-eylem. Yani ne oluyor: zaman, iki zamana bağımlı eylem arasında geçen zaman kesitidir. Hahaha çok eğlenceli harbiden. Bana en makul gelen zamanı uzay ile birlikte düşünmek, yani üç boyutu sarıp sarmalayan içkin dördüncü boyut. İnsan algısının kıyas yöntemi ile 'var' dediği şey. Yaşanmış an ile yaşanan anı karşılaştırmak için geçerli varsayılan ölçek. Peki 'an nedir' diye düşünürsem, kafayı yiyeceğim. Emin olduğum bir şey var ki o da zamanın göreliliği ve göreceliliği. Görelilik maddeden, görecelik algıdan (Barnett demiş ki; rengi ayırt edecek göz yoksa renk diye bir şeyin olamayacağı gibi, zamanı gösterecek bir olay olmadıkça bir an, bir saat ya da bir gün hiçbir şey değildir). Velhasıl kelam bu iş beni aşar. Ben sadece o basit gösterilen olarak gösterenin göstergesine bakarım!






Sinemada zaman genellikle anlatılmak istenen neyse onu güçlendirmek için kullanılıyor. Zaman bir ardıllık dizisi de olabiliyor, alternatif yollar da; kaderin üzerinde ilerlediği bir hat da olabiliyor, özgür iradenin tecellisi de. Ne var ki zamanın film içerisinde nasıl kurgulandığı ne olursa olsun ideolojik göndermeler yapıyor. Elinizde bir kamera varken, film çekimleri bittikten sonra daha fazla süreyi postprodüksüyona harcıyorken yani kurguyu istediğiniz gibi eğip bükebiliyorken zamanı hala nasıl çizgisel bir doğru veya döngüsel bir çember şeklinde alma eğilimi taşırsınız ki? Çok mu gerçekçi sinemalar yapılıyor, ondan mı? Ya da asıl soru, bu zaman dediğiniz şey o kadar mı gerçek? Hey, heyy...

Sinemanın teknik olanaklarından bihaber olduğum için ve de sadece naçizane bir sinema izleyicisi olduğum için zaman kavramına sadece kurgu üzerinden bakabiliyorum. Ne yazık ki modernist zihin işleyişinden azade ol(a)madığım için de kategorik düşünüyorum. Baskın Oran 100 yıllık modern Türkiye tarihini tablolar, grafikler ve kategoriler üzerinden anlatır da ben yapamam mı? İşte kategorilerim: 


1. Zamanın ileriye doğru aktığı ama sonunda ne olacağı başından belli olan kurgular:




Daha filmin ismi, oyuncuların ve bilumum yönetmenin ismi perdeye yansımadan izleyicisine bir sahne gösterilir ve filmin sonu o sahnedir. Bu yapılırken kimi zaman bilirsiniz onun son sahne olacağını çünkü sahne bas bas bağırır, hatta slow effect geçişle bakın eskiye gidiyoruz denir, kimi zaman da alakasız bir sahne gibi gösterilir ama sinema müdavimleri bilir onun en son sahne olacağını. Özellikle çağdaş sinemanın sayısız klişelerinden biridir. Bir filmin sonunda ne olacağını bilmek o filmi ilginç kılabilir de. Aslında polisiye filmlerde çaktırılmadan kullanılan bir yöntem. Müfettişimiz olayın dibine girdikçe maktulün kişisel tarihini ve maktulu katilin eylem sahasına çeviren olaylar dizisini öğreniriz. Bu da bir şekilde sonu baştan belli olan kurgulara dahil edilebilir. Neticede sonuç bellidir. Daha dün karşılaştık televizyonda: Banker Bilo. İlk sahnede Maho (Şener Şen) tüm tilki bakışıyla “söyle ulan Bilo, şaka di mi?” diye yalvarır. Bilo (İlyas Salman) yanıtlar: “hatırla ilk karşılaşmamızı” der ve film başlar. Yani aslında bu kategoriye soktuklarımın zamanla öyle bizim dert ettiğimiz gibi bir derdi yoktur. Mevzu sadece anlatım meselesidir.

2. Zamanın ileriye doğru aktığı ama o akışın içinde akmayan birilerinin olduğu kurgular:




Genellikle bu ölümsüzlük temasını içerir. Karakter ölümsüzdür, önünden yıllar akıp gider ve siz de o akışı o karakterle birlikte izlersiniz. Ölümsüzlük bu kurgularda pek de iyi bir şey olarak kurgulanmaz. İlahi bir lütuftan çok lanettir. Mesela, bu karakterlerden vampir olanları en bilinenlerdendir. Bir yerde bedenlerinin saati durur ve yaşlanmazlar. Ölüm isteğiyle dolup taşarlar çünkü sevdikleri herkes gözlerinin önünde ölüp gider. En iyi örneklerinden biri tabi ki Interview with the Vampire: Vampire Chronicles -Vampirle Görüşme’dir. Filmde vampir olup insan öldürmeye kıyamayan bir Vampir (Louis – Brad Pitt) anlatılır. Vampirleri çoğu zaman perdede zevk-i sefa alemlerinde gecelerini gece ederken görürüz. Aman bi güzel vampir kadınlar, genellikle kırmızı tuvaletli, derin dekolteli, yüksek topuklu ve aristokrat, bi yakışıklı erkekler, genellikle siyah giyimli, pelerinli veyahut röpdeşambrlı (nasıl yazılıyor yahu bu?). İpin ucunu kaçırdım. Haaa, bu konu için vampirlerin önemli olan yanı onların gözlerinin önünden gelip geçen zamandır. Gerçekten de etkileyici bir anlatımdır. Ama dediğim gibi ben ölümlülere 'zamanın köleleri' dendiğini çok kez duydum bu filmlerde ama hiç ölümsüzlere 'zamanın efendileri' dendiğini duymadım.



Mesela The Lord of the Rings –Yüzüklerin Efendisi’ndeki Elfler. Güzeller güzeli Elf prensesi Arwen (Liv Tyler) ölümlü insan kralı Aragorn'a (Viggo Mortensen) aşık olur ve bu uğurda kendi ölümsüzlüğünden feragat etmek ister. O çok şey görmüş geçirmiş babası  Elrond (Hugo Weaving) da insanlar için bunu yapmanın ne kadar uygunsuz olduğunu bir flashback marifetiyle anlatır.  Kendisi kadim zamanlarda insanın açgözlülüğüne -şu yüzük meselesi- bizzat şahit olmuştur. İnsan krallara yönelik olumsuz düşüncelerini türcülüğünden (ne yapalım insan ve insansılardan (!) bahsediyoruz bu filmde) ya da ırkçılığından değil yaşanmışlıktan edinmiştir. Bir Elf için yaşamın kendisi zamanın akışıdır, geçmişten bugüne. Gelecek bazen karanlıktır bazen de ümitvar… 

3. Zaman ileriye doğru akarken akışın geriye doğru olduğu kurgular: 




Bu aslında bir zaman sorunu değil de kurgu sorunudur. Anlatımı güçlü kılmak uğruna film öyle kurgulanır ki zamanın kendisi neredeyse kurguyla eşitlenir. Mesela Memento -Akıl Defteri filminde Leonard Shelby’nin (Guy Pearce) kısa süreli hafızası yoktur. Geçmişini iyi hatırlayan Shelby 15 dakika öncesini pek hatırlayamaz. Amacı karısını öldüren katili bulmak olan Shelby unutmamak için akıl defteri kullanır. Film sondan başa doğru aktığı için yavaş yavaş en yakınında görünen Natalie’nin (Carie-Anne Moss) ne menem bir şey olduğunu öğreniriz. Son senelerin en iyi filmleri arasında sayılan Momento hem kurgusunun zamanın aksi istikamette akışı ile hem de zaman ve süre mefhumunun birbirine geçişi ile gerçekten çok iyi bir film.



Benim konu için burada aklıma gelen diğer bir film de Irreversible –Dönüş Yok. Filmi zaman açısından eşsiz kılan şey gerçek zamanlı sahneler (mutlaka bir terim vardır sinema literatüründe bunu karşılayan). Başlangıçta hızlı hareket eden kameralar eşliğinde Marcus (Vincent Cassel) birilerini öldürüyor. Ve sürekli geri akışlar sayesinde Marcus’un ve sevgilisi Alex’in (Monica Belluci) yemyeşil kırlar üzerinde piknik yaparkenki mutlu hallerini görüyoruz. Geri akış, gerçek zamanlı sahneler ve baş döndüren kamera hareketleri olmasaydı bu filmi kurgu açısından sıradanlıktan kurtaracak hiçbir şey yoktu. Ama zamanın (ve sürenin) kullanımı filmi izledikten sonra bile filmi öyle ya da böyle hatırlamanızı sağlıyor. Zamanın bu gibi kullanımı sayesinde en sonunda diyoruz ki; makus kader…!      

4. Zamanın farklı yollardan ileriye doğru aktığı kurgular: 


Nihayet asıl konuya, yani zaman ile uğraşan kurgulara gelebildim. Bu özellikle bilim-kurgu filmlerinde kullanılan bir yöntem. Film içerisindeki karakterler bir şekilde zaman çizgisinde daha ileri ve daha geri bir noktaya giderler ve yaptıkları müdahaleler alternatif bir 'şimdi' veya 'gelecek' oluşturur. Her zaman öyle olmasa da olayların akışına (hadi hayatın akışına diyelim) yapılan bu müdahaleler varsayılan zaman çizgisini yok etmez, ama ona alternatif olan farklı zaman çizgileri oluştururlar.




Sanırım örneklerle anlatmak daha kolay olacak. Bunun için verilebilecek en güzel örnek muhtemelen The Butterfly Effect-Kelebek Etkisi'dir. Evan (Ashton Kutcher) çocukluğu sorunlu geçmiş bir karakterdir ve birgün geçmişe gidip olaylara müdahale edebildiğini farkeder. Hayatını daha iyi bir hale getirmek için habire denemeler yapar ve bir çoğunda çuvallar. Çünkü her yaptığı müdahale öngörülemez sonuçlara yol açar. Film lagaluga yapmadan kaos teorisinden besleniyor aslında. Hani şu herkesin bildiği söz: Amazon ormanlarında kanat çırpan bir kelebek Kuzey Amerika'da kasırga yaratabilir (bkz. Kaos Yayınları mottosu). Yalnız Kelebek Etkisi öyle bir kurgulanır ki aslında bazı olaylar yaşanmak zorundadır, bazı insanlar ölmek zorundadır dedirtir insana. Yani en iyi zaman çizgisi halihazırda varolandır. Yani Tanrı'nın işine karışmaya gelmez, kader, mukadderat.



Kelebek Etkisi bu açıdan yeni bir zaman çizgisi yaratırken bunu yine tekleştirir. Oysa Back to the Future-Geleceğe Dönüş'te olay az buçuk farklıdır. Burada Marty McFly (Michael J. Fox) bir deneye tanıklık etmek üzere Dr. Brown (Christopher Loyd) ile birlikteyken, 'islami' teröristlerden kaçmak için zaman makinesi işlevini de gören DMC-12 otomobile biner ve kendisini annesiyle babasının liseli gençlik yıllarında bulur. Marty'nin yaptığı müdahaleler sonucu gelecekteki (yani bizim için şimdideki) olasılıkları yok etmeye başlar ve bu kendisi için bir varoluş sorunu haline gelir. Kurtulmak için tek yapması gereken Marty'ye aşık olan annesi ile pısırık ve korkak babasını bir araya getirmektir. Zaman çizgisi o kadar nettir ki Marty annesi ile babası arasında çöpçatanlık yapma durumunda kalır. Serinin ilk filminde tek çizgidir zaman. Geçmişte görevini yaparken az buçuk babasına da müdahale eder Marty ve şimdiki zamana döndüğünde babasını loser olarak değil winner olarak bulur. Prestij sahibi, zengin ve güçlü bir baba! Buradan hareketle bi çok soru sorulabilir:




a. Filmde gelecek sadece bir 'olasılık' olarak kurgulanır ama olayların akışı içinde her olasılık için tek bir şans vardır. Mesela Marty'nin annesi ile babasının bir araya gelebilmesinin tek yolu mezuniyet partisidir. Orada dans edemezlerse bir aile kurma olasılığı sonsuza dek kaybolur (Marty'nin elindek fotoğraftan silinmesinden anlıyoruz). Tek şans vardır. Olaylar dizisi bir olasılıklar dizisi değil rastgele şans işidir. Bir çeşit evrim teorisi. Hatta ta kendisi.



b. Marty bir şekilde geçmişteki Doktor'u bulamasaydı ve ait olduğu şimdiki zamana dönemeseydi ne olurdu? Salt Marty'nin var oluşu bile olasılıkları değiştirmeye yeterli olmayacak mıydı? Kurgunun yanıtı basit: Marty geri dönemeseydi bu kurgunun çıkışı yoktur.



c. Marty geçmişe gidip Doktor ile karşılaşmasaydı Doktor zaman makinesini yapabilecek miydi? Muhtemelen evet. Onu şimdiki olasılıktan görüyoruz zaten. Ama ikinci olasılıkta Marty'inin arabasını gördükten sonra Doktor'un zaman makinesini daha hızlı tasarlayabileceğini varsayamaz mıyız? O halde Marty Doktor'u kurtarmak için gittiğinde Doktor niye aynı deneyi yapıyor? Ve çelik yelek giyerek saldırganlardan kurtuluyor? Demek ki olasılıklar herkes için geçerli değil. Yoksa Marty'nin annesi doğruduğu çocuğun gitgide ilk öpüştüğü çocuğa benzediğini görseydi baya bi travma yaşardı heralde.

İlk serideki olay buydu: tek kilit noktası tek bir olasılığa yol açar (çoğu zaman tek kişi için). Fakat filmin tutması üzerine serinin devam filmleri geldi ve karakterlerimiz habire ileri geri gidip durmaya başladılar. Ama önemli bir farkla. Önceden tek olasılık-tek zaman çizgisi kabul edilirken özellikle üçüncü filmde farklı zaman çizgileri de dikkate alındı. Yani zaman (burada zaman aslında geçmiş-şimdi-gelecek ardıllığı) bir şekilde olasılıklar kümesi haline geldi. Yani çizgi üzerinde yapılan bir değişiklik o çizgiyi yok etmiyor, ona alternatif bir yolun oluşmasına neden oluyordu. Her kilit müdahale yeni bir zaman çizgisi demekti. Zaman tek bir noktadan başlar ve sayı olarak sonsuza dek çeşitlenir. Zaman, sonsuz olasılıklar kümesidir.



Bu alternatif ve çoğul zaman olasılıklarına bir diğer örnek de Lola Rennt -Koş Lola Koş. Lola (Franka Potente) sevgilisini (Manni - Moritz Bleibtreu) mafyanın elinden kurtulmak için 20 dakikada para bulmak zorundadır. Filmde üç farklı olasılık izleriz. Lola biraz geç uyanırsa ne olur? Kapıdaki adama çarpmasa ne olur?. Sonsuz olasılıklardan sadece üçü. Filmin kendisi alternatif zamandan falan bahsetmez ama olasılık çeşitliliğini çok iyi anlatır.



Bahsedilebilir bir diğer örnek de 50 First Dates -50 İlk Öpücük. Ortalama olan bu romantik komedide uslanmaz götürücü Henry (Adam Sandlers) bir kafede Lucy'yi (Drew Barrymore) görünce aşık olur. Ancak Lucy'nin öyle bir nörolojik sorunu vardır ki son yaşadığı günü hiç hatırlayamamakta, hatta o günü hatırlayamadığını bile bilmemektedir. Yani zaman onun için bir yerde durmuştur. Bu filmi burada anmamın nedeni de bu. Zaman 'algı' mefhumundan ayrı düşündüğünde bir hiçtir. Eğer zamanın geçtiği (!) algılanmazsa zaman yoktur. Zavallı Henry 50 gün boyunca Lucy'le yeniden tanışarak ve onu sevgilisi olduğuna ikna etmeye çalışarak bu döngüyü kırmaya çalışır. Sonuç: zaman algılanmazsa bir döngü halini alır! Çembersel döngü...

5. Zamanın mutlak değişmez olduğu kurgular: 


Bolca zamanda hareket eden karakterleri içeren bu filmlerde zaman mutlak kaderin üzerinde ilerlediği bir yoldur sadece. Nereni yırtarsan yırt bunu değiştirmeye gücün yetmez, o bildiği yolda ilerlemeye devam eder. Aslında kafamıza en yatan kurgular da bunlardır çünkü mantıksal olarak gayet de tutarlıdır.




12 Monkeys - 12 Maymun verilebilecek güzel bir örnek. 1996 yılında bir virüs dünya nüfusunu kırar geçirir ve 2035'de o nüfustan sadece %1'i hayatta kalır. Tabi buna hayat denebilirse. Yer altı gibi yerlerde koloniler kurar insanoğlu. O nüfusa rağmen teknolojide gerilemeyen o toplum James Cole'u (Bruce Willis) bu sorunu çözmesi için geçmişe gönderir. James'in sürekli olarak tekrarlayan bir rüyası vardır: havaalanında bir adamın vurulduğunu ve sarışın bir kadının da ağlayarak ölen adamın üzerine kapandığını görür. James gelecekten geldim deyince akıl hastanesine kapatılır ve orada Jeffrey (Brad Pitt) ile ve 12 Maymun örgütü ile tanışır. Tüm sorumluluğun bu örgütte olduğunu düşünen James Kathryn (Madeleine Stowe) ile birlikte bu işin peşine düşer. En sonunda rüya gerçekleşir ve James havaalanında küçük bir çocuğun gözleri önünde (ki kendisidir) vurulur ve sarı peruk takmış Kathryn de ağlayarak üzerine kapanır.



Tüm bunlar kader ile alakalıdır. James'in küçükken gelecekteki James'i görüş olması o küçük James'in büyüyünce geçmişe gidip aynı yerde Küçük James önünde ölmesi gerektiği gerçeğini değiştiremez. Çünkü kendisi gelecekten gelmezse, ve ölmezse, küçük James olmaz! Muhteşem bir döngü. Öyle bir döngü ki zamanın artık ileriye gideceği ve bir noktadan sonra hep başa geri saracağı bir döngü. Diğerleri için nasıl olursa olsun James bu çemberde mahkum! Kaderi o çünkü. Kurtulması imkansız bir döngü..




Aslında bundan daha güzel bir örnek var: Terminator. Yine 2029'da dünya beter haldedir. Makineler ile insanlar arasında amansız bir savaş sürmektedir. Bir elin parmağı kadar kalmış insanoğlunun elindeki son direniş noktasını almak üzere makineler hain bir plan yaparlar ve organik derili metal yığını bir Yokedici'yi (Arnold Schwarzenegger) insan direnişinin en büyük komutanını bulup yoketmesi için geçmişe gönderirler. Tek hedef var Sarah Connor (Linda Hamilton), yani direniş liderinin annesi. İnsanoğlu da bu girişimden haberdar ki insanlığı korumak için, yani Sarah'yı korumak için onlar da bir insanı (Kyle - Michael Biehn) geçmişe gönderiyorlar. Kyle Sarah'ı o kadar iyi koruyor ki onunla sevişiyor ve Sarah hamile kalıyor. Ta ta ta. İşte o doğacak çocuk John Connor!



Yani kader örgüsünü o kadar iyi örmüştür ki gelecekten gelen geçmişten gelen farketmez, kader mutlaka kendisini her koşulda gerçekleştirir. Yani gerizekalı makineler adam gibi dursalardı ve geçmişe bir Yokedici yollamasalardı zaten o direniş lideri doğmamış olacaktı, zaten öyle bir meseleleri bile olmayacaktı belki. Ama kader o makinelerin 2029'da o halde olmalarını çizdiyse şayet, elleri mahkum o Yokedici'yi geçmişe yollayıp direnişi başlatmak zorundadır. Yoksa 2029 o şekilde varolmazdı.



Film aynı noktaya sürekli oynayıp duruyordu zaten. Serinin ikinci filminde makineler bir hamle daha yapar, ve daha teknolojik, daha organik, daha alaşımlı, akışkan bir yokediciyi daha gönderirler John Connor'ı yok etmek üzere. Bu kez de insanoğlu eski model Yokediciyi John'u koruması için karşılık olarak gönderirler. (Yaşasın artık CA valimiz iyi adam!) Soru soru üstüne biner de gider:

a. Makineler o daha teknolojik, daha akışkan Yokediciyi neden John Connor'u öldürmek yerine ilk yaptıkları gibi Sarah Connor'ı öldürmeye göndermiyorlar? Belki bu kez başarırlardı. Bu makineler geri zekalı mı?


b. Yoksa gelecekte geçen süre kadar geçmişte de mi geçmek zorunda? Şöyle ki, 2029'da Yokedici'yi ancak 1984'e geri gönderebilirlerken, atıyorum 2039'da ancak 1994'e mi geri gönderebiliyorlar? Eşit süre geçiyorsa aynı yaşanan ardıl ama farklı zaman çizgileri aynı anda mı yaşanıyor?


c. İkinci filmde görüyoruz ki ilk filmde gönderilen Yokedici'nin kalıntılarından yola çıkarak Dr. Miles (Joe Burton) yapay zeka ve high-tech makine çalışmalarına girişiyor. Kaderin işleyişine bakın! Makineler ilk filmdeki Yokedici'yi göndermeseler kendileri de var olamayacaklar. Yani ilk Yokedici'yi göndererek hem insan direnişini başlatıyorlar hem de kendilerini var ediyorlar. Aslında kurgu harika! Tabi ilk filmden sonra ikincinin çekilmesi gerçekten de önceden planlandıysa.




d. İkinci filmde makinelerin gelişiminin engellenmesi için her şey yapılırken ve hatta iyi olan Yokedici (Arnold) “hasta la vista” dedikten sonra kendisini eritmek için kızgın kazana bırakırken kader yine ortaya çıkıyor! Dedik ya önüne geçilemez. 2029'da müthiş bir savaş olmak zorunda. Ne yaparsanız yapın. Bkz. Serinin geri kalan filmleri...


e. Tabi bir de şu var. Makineler gönderdikleri Yokedicilerin başarılı olup olmadığını nasıl anlıyorlar? Başka bir kente değil geçmişlerine yolluyorlar yahu! Aklıma şu geldi. Fizikçinin birine soruyorlar zaman makinesi ile yolculuk mümkün mü diye. O da yanıtlıyor: Hayır! Peki nasıl bu kadar emin olabiliyorsunuz diye üsteliyorlar. Yanıt çok net: Öyle olsaydı bu soruyu şimdi bana değil gelecekten şimdiye gelmiş olan birine sorardınız da ondan! Güzell. Zaman makinesi gelecekte icat edilebilecek olsaydı onu dedelerimiz gençliklerinde okul kitaplarından bilirlerdi...




Hadi oldu da bir an için geleceği gördük. Ne değişirdi? Neyi değiştirme kudretine sahip olurduk? Olur muyduk? Bu soruyla cebelleşen çok film oldu. Ama en çok gişe yapanlardan biri hiç şüphesiz Final Destination - Son Durak serisi. Ölüm bir yol izler ve o rota asla ve asla değişmez. Alın yazısı. Ölüm=kader. Bir öğrencimiz uçağa binecekken uçağın kaza yapacağını görür ve ayılarak bayılarak bir grubun uçağa binmesini engeller. Uçak kaza yapar ve binmeyenler kurtulur. Ama kader vazgeçmez; hatta uçaktaki ölüm sıralarını izleyerek kurtulanları en acımasız şekilde teker teker öldürmeye girişir. İlk filmde ehhhh dedirtecek çoğu şey serinin diğer filmlerinde devam eder ve artık alternatifler üzerine değil de Azrail'in yaratıcılığı üzerine düşünmeye başlarız. Mecburuz. Kader.



Ben aslında tüm bu şeyleri yazmaya bir film izledikten sonra başladım. Time Traveller's Wife - Zaman Yolcusunun Karısı. Kitabı okuyanların bu uyarlamayı hiç beğenmediği ama benim gibi kitaptan haberi olmayanların genelde fena değildi dediği bir film. Filmde genetik bir hastalıktan muzdarip bir abimiz var: Henry (Eric Bana). Sürekli olarak zaman yolculuğu yapan Henry üzerinden Claire'in (Rachel McAdams) hayatını izliyoruz. Henry zaman yolculuğu yapıyor ama bu onun isteğine bağlı değil: birden oluyor, ne zaman olacağı belli değil ve ne zamana veya nereye gideceği de. Tamamen tesadüfi görünen bir yolculuk. Belki bu duruma anomaly-sapma bile denebilir. Bu Henry küçük bir kızla tanışıyor ve sürekli olarak onu ziyaret ediyor. Kız Henry'ye aşık olarak büyüyor ve onunla gençlik yıllarında tanışınca da bir ilişkiye başlıyorlar ve evleniyorlar. Ama bu sırada Henry yine gidip gidip geliyor. Neyse, hikayeyi anlatmaya gerek yok. Kurgu'yu ilginç kılan şeyler şuydu: Henry annesinin ölümünü ve babasının bu yüzden çektiği acıları engellemeye muktedir değildir. Ne zaman denese başarısız olur ve annesi bir şekilde ölür. Dedik ya bu kurgu gayet mantıklı geliyor diye. Zira, o sürekli zamanda ileri geri giden Henry annesini yaşatabilseydi o Henry olmayacaktı. Kurguda sürekli olarak Claire'i takip ettiğimiz için tek durağan, yani zaman ilerlerken onunla eşit oranda ilerleyen, referans noktamız o kadın. Bir bakıyorsunuz tam öpüşeceklerken Henry gidiyor, 2 ay gelmiyor, sonra Claire bahçeyi sularken geliyor ama gelen Henry'nin 10 sene sonraki hali. Claire 10 sene sonra mutfakta yemek yaparken Henry hop yine gidiyor ama gittiği yer 10 sene önceki bahçe sulayan Claire'in yanı; mutfakta yemek yapan Claire'in yanına ise az önce 8 yaşındaki Claire'in kafasını okşamış olan Henry geliyor vesaire. Adam habire gidip geliyor, Claire de habire adamın envai çeşit yaşıyla birlikte beraber oluyor. Aslında film bir aşk filmi. Hüzünlü ve anlaşılmaz. Bir ara kadının Henry'e trip yapışına kızıyorsunuz “isteyerek mi gidiyor, adam hasta yahu! Sen bilmiyor muydun” diyerek, ama Claire “seninle evlenmekten başka seçeneğim var mıydı?” dediğinde haklı kadın diyorsunuz, kaderden kaçılmaz.

6. Birden fazla zamanın aynı anda var olduğu paralel evren kurguları: 


Benim için şahane kurgulardır. Karmaşıktır, eyvallah ama herşey yerli yerindedir. Yok onu yaptım nasıl etkilendi, yok bunu yaparsam nolur olayı yok. Herkes kendi zamanını kendi evreninde yaşar. Sinemanın sonu dönemlerinde yeni yeni farkedilmiş bir kurgu biçimi bu. Oysa bilimkurgu edebiyatında, özellikle cyberpunk türünde üzerinde bir hayli durulmuş bir konudur. Örnek vermek gerekirse bu yöntemle çekilmiş pek film hatırlayamadım ama dizi bir hayli var. Hem de popüler:




Lost: Nihayet bitti ya, üzerinde ahkam kesebiliriz. Gerçi bitmeden önce tahmin oyunları oynamak daha iyiydi. Başka diğer bir çok örnekte olduğu gibi Lost'un flashback'lerinde bir sorun yoktu. Keza flashforward'larında da çünkü o flashforwardları sadece izleyici görüyordu, olayın kahramanları değil. Ne zaman ki flash sideways'ler başladı, orada dumur olduk. Herkes bunu en başta flashforward sandı, ama değildi. Karakterleri başka rollerde başka hayatlarda görmeye başlayınca bunun alternatifler olduğunu düşündük. Ama çizgi işte, o bambaşka hayatlar yaşayan karakterler önünde sonunda birbirlerini bulup ilişkiye geçiyorlardı. Aralarında o bizim normalde gördüğümüz ada ilişkilerini, o yaşamı, o zamandaki yaşanmışlıkları görebilenler vardı ve diğerlerinin de görmelerini sağladılar. Vay vay vayyy. İşte paralel evren falan dedik. Ama senaristler Araf teorisini benimsemişler ve çoğu müdavime göre dizinin sonunu rezil rüsva eylemişler. Bence değil!




Flashforward: Henüz bitmediği için şimdilik bu kategoride dursun. Bütün dünya 137 saniyeliğine bir görüntü görür ve takvimdeki tarih 6 ay sonrasıdır, ve olaylar başlar. Peki insan bu 6 ay sonrasını değiştirebilir mi? Yoksa görülenler 6 ay sonrası mıdır yoksa bir paralel evren mi? Ahkam kesmeyelim şimdi. Hele bir dizi ilerlesin de.




Pek tabi ki Fringe: Bu konuda verebileceğim en güzel örnek! Abuk sabuk vakalarla uğraşan ekibimizin asıl dahisi Dr. Walter Bishop (John Noble) oğlunu kaybeder ve bir yolunu bulup gider paralel evrendeki oğlunu çalıp bildiğimiz dünyaya getirir. Sonra da bir felakete neden olur. Diğer evrendeki Walter Bishop intikam diye kudurur ve türlü vesilelerle bizim evrene saldırı girişimlerinde bulunur. Böylece hayatının bir bölümünü akıl hastanesinde geçirmiş bizim Walter ile başarıdan başarıya koşan, güç sahibi ve zengin öbür Walter kapışmaya başlarlar. Olan aradaki oğul Peter Bishop (Joshua Jackson) ile daha önce Walter'in kobayı olarak kullanılmış FBI dedektifimiz güzel Ajan Olivia Dunham'a (Anna Torv) olur. Ama neyseki şimdilik sadece iki paralel evren var, zira sonsuz sayıda olmaması için hiçbir neden yok. Düşünsenize sonsuz tane siz sonsuz bir zaman aralığında yaşamaya aynı anda devam ediyorsunuz, bilinciniz tüm siz'lerin farkına varmanıza engel olsa da! Müneccimlerin, kahinlerin, falcıların ve şamanların o eşiği az çok aştığı söylenir ya, benim inanasım var.




Paralel evren kurgularının en büyük rahatlığı kendi aralarında bir süreklilik zorunluluğunun olmayışı. Mesela öbür evrende İkiz Kuleler yıkılmamıştır. Yani öbür taraftaki evren, yaşanan diğer zamandır, alternatif yaşamdır. Hawking'in dediği gibi, paralel bir sürü olasılığın birlikteliği. Bir sürü zaman olasılığının aynı anda varoluşu. Next (Nicholas Cage) filminde de olduğu gibi. Tüm olasılıklar göz önüne alınır ve vaka çözülür. Tahminimce böyle kurguları daha çok göreceğiz. Beklemedeyiz.


7. İstisnai hal: 




Peki ya zaman harbiden de algı meselesi ise, ve zihin algı yoluyla zamanı tanırken beden onun tam aksi istikametinde hareket ederse ne olur? Benjamin Button olur! Ürkütücü bir senaryosu var The Curious Case of Benjamin Button - Benjamin Button'un Tuhaf Hikayesi filminin. Benjamin (Brad Pitt) neden olduğu bilinmez yaşlı olarak doğar ve zaman ilerledikçe gençleşir, hatta bedenen bebek olunca ölür. Öyle bir kurgudur ki Benjamin'e mi yoksa onun vefakar ve cefakar sevgilisi Daisy'ye (Cate Blanchet) mi üzeleceğimize şaşırır hale geliriz. Hatta o hale geliriz ki “tamam be zaman neyse ne, önemli olan o değil. Önemli olan akıl zamana inanıyorsa beden de inansın yeter!” deme durumuna düşeriz. Böyle zulüm olur mu yahu?
Neyse ki aklıma doluşanları az çok yazabildim de kurtuldum şimdilik. Zaman meselesi neymiş çözdüm mü? Hayır, öyle bir iddiam yoktu ki! Eee peki niye yazdım o zaman? Basit. Zaman harcamak için...




“Aslında ne demek istediğinizi anlamıyorum” dedi Alice.
Şapkacı “Tabii anlamazsın” dedi, bir yandan küçümser bir tavırla kafasını sallıyordu; “Eminim bir kez bile zamanla konuşmamışsındır”.
“Heralde” dedi Alice çekinerek; “Ama müzik çalışırken zaman vurmam gerektiğini biliyorum”.
“Hah, şimdi anlaşıldı. Zaman vurulmaktan hiç hoşlanmaz. Ama eğer onunla hoş geçinirsen saatlere ne istersen yaptırabilirsin. Diyelim ki sabah saat dokuz, ders saati geldi. Zamanın kulağına bir fısılda yeter, saat fırr diye dönüverir. Bir de bakarsın saat bir buçuk olmuş, yemek saati gelmiş.”
“Ah keşke öyle olsa” diye mırıldandı Mart Tavşanı.

Bitirmeden önce: Blog için uygun görsel materyal ararken şu gazete küpürlerine rastladım:




Fotoğrafları bu konuya ciddi kafa yoran Çetin Bal'ın hazırladığı bir sayfadan aldım. Ziyaret etmeye değer: www.zamandayolculuk.com