ben

merhaba. burada üzerine iki çift laf et diye dürtüp duran kitaplar bazen de filmler hakkında yazıyorum. niyesi yok. bir çeşit not defteri işte. tutamadım kendimi, benim de edecek iki lafım var derseniz, salın kendinizi, ekleyin metnin orasına burasına. yok illa sana doğrudan yazacağım derseniz guhercile@gmail.com'a da yazabilirsiniz.

10 Temmuz 2010

transformers II

İnternetteki herhangi bir sayfa şaşkeza “çocukluğumuzun kahramanları” başlıklı eski çizgi filmlerle ilgili bir fotoğraf dizisi koysa kendi hit rekorlarından birini kırıyor. O tıkların sahiplerinden bir kaçının sahibi de sürekli olarak benim. Artık aynı Voltran, Transformers, Ninja Kaplumbağalar, He-man, Esteban Güneşin Oğlu, Nils ve Uçan Kaz, Clementine fotoğraflarının hepsini ezberledim ama şimdi bir tane daha koysalar yine bakarım. Sadece o değil, Hayat Ağacı'nı (Generations), Yalan Rüzgarı'nı (The Young and The Restless), Zenginler de Ağlar'ın (Los Ricos Tambien Lloran) veya Evimiz Holywood'da'nın (Beverly Hills 90210) karakterlerinin fotoğraflarını, dizilerin jeneriklerini falan koysalar benim için durum pek değişmez, bakarım yine. Peki neden?



Evvela şunu söylemek boynumun borcu. “Eskiden küçüktük, ufacıktık, derdimiz tasamız yoktu, eh biraz da salaktık; ama şimdi değiliz, mutlululuktan uzağız da ondan bu eskiye özlem” gibi bir tezi, bunu söyleyenlerin şimdi de salak olduğundan dem vurarak, şiddetle reddederim. En başta, benim küçükken de gayet büyük dertlerim vardı.



Mesela hep arkadaşlarımın aşık oldukları kızları severdim. Şerife, Tuba veya Canan.Onlar da beni severlerdi; onları sevenler de apaçileşir beni tehdit ederlerdi. Arkadaşlarımın Commodore 64'ü vardı; benimse içinde sığınık halde yaşadığımız 10,000 kişilik ilçenin dışında üniversitede okuyan abim ve ablam, ve onlara bakmakla yükümlü babam, ve aynı gri paltoyu senelece giyen annem. Küçükken haberleri seyrederdim. TRT haberlerindeki diksiyonu mükemmel spiker “artık üçüncü çocuklar için memurlara çocuk yardımı yapılmayacak” dediğinde babam “Özal bana senin için para vermiyor, ben de sana harçlık veremem artık” dediğinde çok dert edinmiştim kendime. O adam Tonton Amca mertebesinden Hırsız Herif mertebesine düşmüştü birden. Sonra, binbir tehdit ve gözdağı ile ilkokul müdürünün akvaryumundan yürüttüğüm lepistesler onları koyduğum cam turşu kavanozunun içinde ürüyorlardı ama yeni doğan yavruları hemen yiyiyorlardı. Liseye başlarken herkesin yeni çıkmış 21 jant 2 kadro Bisan bisikleti varken benim ortaokuldan kalma, babamın takdirname hediyesi BMX ile okula gidip geliyordum. Bir de çok kısaydım (şimdi çok uzunum sanki!). Okulda bana herkes “Bücür” diyordu. Hele ortaokulda sevdiğim kızlar -kız değil kızlar- yaz tatilinden benden bir karış uzun olacak kadar boy atmışlardı, travmatikti. Bir de orta 2'de beden eğitimi dersinde çocuğun biri şey'ini göstermişti; o da çok travmatikti -pek büyüktü zira!


Yani pek büyük farkı yoktu sorunlarımın şimdi ile çocukluğum arasında. Şimdi de evdeki kedi Fiko'nun biricik aşkı olan kadını seviyorum ve bu yüzden sarı, kısık ve hiddetli gözler ve 10 adet gayet sivri tırnak ile tehdit ediliyorum. Ben yaşındakilerin kotlarının göt cebinde askerlik tezkereleri varken ben olmamak için bin dereden su getiriyorum. RTE memurun her türlü hakkını gaspediyor; fakat sokaklarda olsak da sökmüyor, mevziler tek tek düşüyor. 5 tane ile başlayan lepistes serüvenim 2 ay içerisinde 500 lepistesi buluyor, baş edemiyorum, toplu ölümlere şahit oluyorum. Lise arkadaşlarımın hepsinin en az bir çocuğu oldu, bizde daha karar bile yok. Bir de köseyim ve kelleşiyorum. Benim gibi memur olmayan arkadaşlarım uzun saçları ve sakallarıyla karşıma çıkıyorlar, çok travmatik. Bir de bir sene önce aldığım t-shirt ve pantalonların hiçbirinin içine giremiyorum; inatla kilo almaya devam ediyorum, çok çok travmatik. Neyse ki artık kimse şey'ini göstermiyor; ama ne yazık ki kimse memesini de göstermiyor!

O halde nedir bizi nostaljiye sürükleyen? Kanımca çocukken inanmaya çok daha açık ve hazıroluşumuz. Buna salaklık demek makul değil. Halihazırda Hakan Şükür'ün gol attığı milli marşları kaybetmeyeceğimize de inanıyoruz, Eurovizyon'da Almanya'dan gelen 12 tam puanın aynı zamanda Bach'ı da çıkartan Alman müzikseverlerinden geldiğine de; Kürt sorununun sadece ekonomik ve feodal mesele olduğuna da inanıyoruz, her tehditin Ergenekon içinde dava edilebileceğine de; nükleerin ulusal çıkarlarımız lehine olduğuna da inanıyoruz, haliç'in dibinde yatan altının çıkarılabileceğine de. Dahası özgür ve demokratik bir ülkede yaşadığımıza bile inanıyoruz.


Dolayısıyla o çocukluk hali salaklık değil (ya da bu yetişkinlik hali ne kadar salaklıksa o da o kadar salaklık). Belki saflık. Hepimiz biliyorduk o rengarenk aslanların sonunda Voltran'ı oluşturup karşılarındaki “kötü” robotu mat edeceğini. Ama oradan öğrendik örgütlü gücün ne demek olduğunu. “If the kids are United, They will never be defeated!”. Bireysel olan aslan yenilir, kolektif Voltran yenilmez! Clementine'nin başına bela açanların sonunda solucana, çiyana veya sürenen başka bir mahlukata dönüşüp cayır cayır yanacağını tabi ki biliyorduk ama o sayede anladık (ilahi) adaleti; biraz da ürktük tabi. “Gün gelecek, devran dönecek, zorbalar halka hesap verecek!”. Tom'un Jerry'i, Coyote'nin Road Runner'ı, Sylvester'ın Tweety'yi yakalayamayacağını hep biliyorduk; ama sayelerinde sabırlı olmanın ne demek olduğunu anladık: tepeden aşağı düşsen de, midende dinamitler patlasa da, her tarafını köpekler pinçik pinçik etse de asla vazgeçme! “Get up Stand Up.. Don't give up the fight!”. Ama hep biliyorduk Polyanna'nın, Şeker Kız Candy'nin ve Heidi'nin peş para etmez salak olduklarını.


Belki de rotamızı bu kadar çizdikleri için hala anıyoruzdur bunları. Susam Sokağı'nı kim inkar edebilir ki?! Mesela, ilk önce “çek çek kürekleri, sür arabanı. Neşeli, keyifli, tasasız çıkar, hayatın tadını” olan dizelerde bir anlam bütünlüğü olmadığı için en sonunda bunun “sür sür arabanı, gez sokakları. Neşeli, keyifli, tasasız çıkar, hayatın tadını” haline gelişi çok önemlidir aslında. Bize hem doğrusal bir mantık dizisinin örneğini sunar hem de bir hayat dersi verir. Nolursa olsun “hayatın keyfini çıkar”. Yaaaa. Hadi bahsetmeden geçmeyeyim. Bir de hesap makinelerini silah gibi tutan, davaları matematik sayesinde çözen dedektifler vardı. Sonradan okuduğumuz Dr. Ecco'nun Şaşırtıcı Serüvenleri'nin ve şimdilerde izlediğimiz Numb3rs'ın öncülleriymiş bunlar. ---Yeter artık, yoksa Yılmaz Erdoğan gibi “Soğuk ve şehirlerarası otobüslerde vazgeçtim çocuk olmaktan/ Ve beslenme çantamda otlu peynir kokusuydu babam” deme moduna gireceğim. Tamam bu şiiri harbiden severim de o modu sevmem aslında...


Bu konuyu yazmaya bir film seyredip de çok sinirlenince karar verdim: Transformers: Revenge of the Fallen - Tranformers: Yenilenlerin İntikamı (2009). Transformers'ın ilk filmini (2007) sevdiğimiz çizgi filmle pek alakası olmasa da izlenebilir bulmuştum. Filmde konu hakkında çok da mantıklı sorular sormanın anlamı yok.Yani en azından ben neden Transformers fimini sevdiğimi yukarıda yaptığım gibi meşrulaştırmaya çalışmayacağım. İlk filmde olay gayet basitti aslında: kendi kaynaklarını yok eden bir ırk -robotlar- başka dünyaları sömürgeleştirir; fakat bu işe devam edebilmek için gerekli olan o ırkın gelmişini geçmişini barındıran ilim-irfan kutusu bir grup “barışçıl” robot tarafından kaçırılır. Dünyamıza kaçırılır daha doğrusu. O “kötü” robotlar bu kara kutuyu bulmak ve akabinde dünyayı sömürmek için dünyaya gelirler. Olay başlar. Küçük bir insan grubu ve koskoca US Army de bir şekilde dahil olur olaya. Ve metropolis robotların boks ringine döner. Tamam, buraya kadar güzel. İyi ile kötünün savaşının en sonunda bittabi İyiler kazanır. Yani, “there is still hope”.


Ama ikinci filmde bu sıradan ve basit konunun dahi içine ediliyor büyük bir özenle (Hep birlikte defalarca tekraralayalım: devam filmleri kötüdür, istisnalar kaideyi bozmaz). En başta, sevimli sarı robotumuz, tabi ki Autobot'lardan, Bumblebee ilk filmin sonunda sevdiğinin peşinden gider, bir avuç kalmış ırkdaşlarını terk eder ve Sam Witwicky'nin (Shia LaBeouf) koruyucu arkadaşlığına adar kendisini. Harbi Autobot'tur vesselam! Oysa ikinci filmde garajda yaşamaya tutsak bir bekçi köpeği olarak görürüz kendisini. Sam normal bir yaşam sürmek için üniversiteye giderken (!) onu yanına almaz ve evde bırakır. Gitmeden önce göz yaşları döken (gerçekten!) Bumblebee'ye evde onu beklemesini, ortalıkta görünmemesini tembihler. Bumblebee'nin ilk film sonunda izleyicinin gözünde edindiği o karizmatik yer, rezil rüsva olmuştur, sürünmektedir.


Sadece Bumblebee olsa iyi ya, diğer robotlar da farklı değillerdir. Gayet gizli şekilde Decepticon'larla olan savaş sürmektedir. Yalnız önemli bir farkla. US Army ile ittifak etmişlerdir. Güya karşılıklı yardımlaşma anlaşması olsa da kıçıkırık Amerikan yüzbaşısı “robotlar hangara” dese tıpış tıpış gitmekte, “robotlar saldır” dese ölümüne ırktaşlarına girmektelerdir. “Komutanım tuvalete gidebilir miyim” havasındalar aslında. Tabi ki bir sür klişe var: en sonunda kendisinden kurnazca (ve Amerikalılarca komik) bir şekilde kurtulanılan, çok bilmiş, “artık yetki bende” diyen, sevilmeyen, şimdiye kadarki politikanın hiçbir işe yaramadığını savunan askerlikten gram nasibini almamış sivil gibi. Ama oysa şimdiye kadar izlenilen yol hep en doğru yoldur. İdeolojiye bak ideolojiye! Geçelim şimdilik...


Her ne kadar çok da geçer sebep olmasa da devam filmleri mutlaka ilk filmden ikincisine nasıl geçeriz diye düşünür. Transformers 2'de Sam'in cebindeki imha edildiği düşünülen kara kutu'nun bir parçası sayesinde başarılıyor bu. O parça, kıymık, çocuğun çantasından düşüyor ve mutfak aletleri canlanıyorlar! Gremlin'ler gibi ortalığı darmadağın ediyorlar ve evi yakıyorlar. Burada iki ihtimal olsa da film söylemiyor: ya mikser, fırın, mısır patlatma makinesi  Decepticon'lar tarafından yerleştirilmiş ajanlar ve kara kutunun canlandırma enerjisi ile aktif hale geçiyorlar ya da her makine önkabul olarak Decepticon. Ama filmin derdi bu değil. O yüzden hangisi bilemiyoruz. Hadi Matrix kadar olamaz zaten de bi Terminator kadar da mı 'makine ve insan'a dair küçücük ima olmaz birader?


İlk filmde hem Autobot'lar hem de Decepticon'lar kendilerini insandan gizleme gereği duydukları için genelde araç formlarında ortalıkta dolanıyorlar: otomobil, tır, vinç, uçak (ama gemi yok. Zaten her robot karada, havada ve denizde hareket edebilirlerken neden gemi yok ki? - gereksiz bir soru). Ama bu kez Decepticon'lar US Army'nin en büyük uçak gemisini ihtişamlı şekilde suya gömerek liderlerini (Fallen) okyanusun derinliklerinden çıkartıyorlar ve dünyaya Sam'i kendilerine teslim etmelerini aksi halde kıyameti kopartacaklarını söylüyorlar. Ama hala tüm robotlar o araç formundalar. Neden? Artık gizlenmiyorlar ama hala bir yere gitmek için otoyolu kullanıyorlar. İşte Transformers olsun da nasıl olursa olsun hesabı.


Filmi öyle bir hale getirmişler ki Autobot'lardan nefret ediyorsunuz. Aslında sadece bu filmin suçu değil bu. İlk filmde kendi geçmişlerini ait olmadıkları bir gezegen için yok eden, aslında toplumsal belleklerini imha eden ama yine de eğlenmeyi bilen, özgürümsü bireylerdi Autobot'lar. Tarihsizleşmeleri ve kendi 'halk'ına karşı savaşmaları belki de özgür iradelerinin tecellisi olarak dahi kabul edilebilirdi. Ama ikinci filmde insanların köleleri durumuna gelişleri ve kendi ırkından olanlara karşı savaşmaları onları bir çeşit 'korucu' haline getirmişti. Hatta Decepticon'lar üremek ve türlerini devam ettirebilmek için bir sürü zahmetle robot embriyonları üretirler. Ancak bu embriyolar yavaş yavaş ölür çünkü yavrucakların acilen enerjiye ihtiyaçları vardır. Filmin 'kötü'sü Decepticon'lar bu yavrucakları kurtarabilmek için güneşi (ve haliyle dünyayı da) yok etmek zorundalar. Oysa karşılarında kendi ırkdaşlarına soykırım yapmaya hevesli Autobot'lar var. Filmde tarih tecelli ediyor yine bir şekilde: birinin kötüsü diğerinin iyisi, birinin özgürlük savaşçısı diğerinin teröristi. Fallen çocukları için çabalayan bir baba figürü değil mi aslında?


Film tamamen aksiyon. Benim için çok da sorunlu bir şey değil bu çünkü iyi bir aksiyon izleyicisi sayılırım. Öyle ki Trucks - Katil Kamyonlar veya Anaconda gibi üçüncü sınıf Amerikan filmlerini bile iştahla izlerim. Yalan yok Transformers bu açıdan gayet iyi. Patlayan Mısır Piramitleri, batan bir uçak gemisi, düşen helikopterler, bombalar, tanklar, makine yiyen makineler, taraf değiştiren robotlar....


Ama yine de bu film çok sorunlu yahu. Aksiyon filmlerinin dahi kendi içinde tutarlı olmak zorunda kaldıkları yerler vardır. Mesela Crank: High Voltage - Crank: Yüksek Voltaj'da Chev Chelios (Jason Statham) ile Eve Lydon (Amy Smart) atların yarış halinde olduğu hipodromun ortasında herkesin gözleri önünde sevişirler. Çünkü filmin göstermek için memeye, Chev'in ise sarj olmak için sürtünmeye ihtiyacı vardır!


Transformers 2'nin yapımcıları ise ilk filmi bir çok kişinin Megan Fox için izlediğinden hareketle, Fox'u ikinci filme de dahil etmişler. Filmde bol bol (Allah'a şükür) Megan Fox'un memelerini ve bacaklarını izliyoruz (ve de mest oluyoruz). Ama kardeşim Mikaela'nın (M. Fox) filmde hiçbir fonksiyonu yok. Habire Sam'in arkasında robotlardan kaçıyor veya bomba yakınına düşünce şöyle bir savruluyor. Tek işlevi var: Sam ölüyor gibi olduğunda “seni seviyorum, uyan daha sevişeceğiz” demesi ve akabinde Sam'in uyanıp misyonunu tamamlaması. Haaa tabi bir de köpek boyutundaki bir dönek robotun Mikaela'nın bacağını becermeye çalışması var. Vayy. Fox'umuz robot-köpeklerin bile fantezi dünyasını işgal ediyor.


Yapımcılara tek güzel yetmemiş olacak ki kadroya poposu harika bir afet daha eklemişler (yine Allah razı olsun), bundan sonra bol bol görmeyi umduğumuz Isabel Lucas'ı. Ama Megan Fox'tan daha afili bir rol üsleniyor filmde. Gelgelelim gözleri az biraz Alice'den (I. Lucas) ayırıp düşündüğümüzde filmin bir çok fasosuyla daha karşılaşıyoruz. Zira Alice bir Decepticon'dur ama bir şekilde insan formundadır. Allem eder kallem eder Sam'i yatağa atar. Mikaela onları uygunsuz bir pozisyonda yakaladığında süper mini eteğinin altından çıkan robot kuyruğu ile Sam'e saldırmak üzeredir. Eeee öyleyse sorular:


1. Madem robotlar insanlar arasında saklanmak istiyorlardı vakti zamanında ve insan formuna transform etme teknolojisine sahiplerdi, neden hepsi insan olmadı? Olası yanıt: boyutlarından dolayı. O zaman takip eden soru: Peki bir tır (Optimus Prime) nasıl gökdelen boyutunda olabiliyor o zaman?


2. Alice'in metal kuyruğunun Sam'in kafasına hücumu Spider-Man 2'deki Dr. Octovius'u (Alfred Molina), bir Decepticon'un bilgiye erişmek için seksi bir dişi haline gelmesi X-Men'deki Mystique'yi (Rebecca Romjin) ve gerçek öğrenilsin diye Sam'e böcek formundaki bir robotun yutturulma hadisesi Matrix'teki Neo'yu (Keanu Reeves) gereğinden fazla hatırlatmıyor mu?


3. Hatunun illa bilgi alması için hedefini yatağa atması mı gerekiyor? Eh, James Bond filmleri biraz da Bond Kızları sayesinde hatırlanıyorsa, pazarlama için gayet de mantıklı bir seçim. Baksanıza biz bile filmi konu eden bir blog sayfasına kaç tane 'güzel hatun' fotosu koyduk...


Velhasıl kelam, bu filmi izlemeyi düşünenler, boktan bir senaryoyu, metalik gıcırtıları, gri ve duygusuz robotları, birbirinden berbat oyunculukları, sayısız klişeyi ve habire inatla önünüze sürülen Megan Fox'un memelerini de göz önüne almalı. Filmdeki aksiyon yoğunluğuna ve güzel kadınlara rağmen bitse de kurtulsak dediğim bir film oldu benim için. Ama bana bu kadar şey de yazdırdı. Yine de neden bu filme bu kadar sinirlendiğimi yazayım: bu film o güzelim çocukluğumuzdaki efsane Transformers'ın katili! Hala Bumblebee'nin, Optimus Prime'ın, Starscream'in, Ironhead'in adını hatırlıyorum o çizgi filmden. İçine etmişler efsanenin. Film belki de tek bir açıdan iyi; filmden iyi wallpaper çıkıyor :)



----------------------------------
Hadi bir de son not olsun: Filmi Michael Bay yönetmiş. Daha önce bizim için bir başka efsane olan The Rock - Kaya (1996) filminin de yönetmeniymiş. Bildiğimiz diğer filmleri Armageddon (1998), Pearl Harbor (2001), Bad Boys 2 - Çılgın İkili 2 (2003) ve The Island - Ada (2005) imiş. Anlaşılan aksiyon sahnelerini boşuna sevmemişim. Yalnız bir şey daha dikkatimi çekti, Bay'in yönettiği diğer filmlerde 'seksi kadın' faktörü o kadar da önemli değilmiş Transformers'a kadar. (Şimdi Armageddon'un Liv Tyler'ı ile Megan Fox'u da bir tutmayalım lütfen). Demek ki işin hinliği yapımcılardaymış....