ben

merhaba. burada üzerine iki çift laf et diye dürtüp duran kitaplar bazen de filmler hakkında yazıyorum. niyesi yok. bir çeşit not defteri işte. tutamadım kendimi, benim de edecek iki lafım var derseniz, salın kendinizi, ekleyin metnin orasına burasına. yok illa sana doğrudan yazacağım derseniz guhercile@gmail.com'a da yazabilirsiniz.

23 Ağustos 2010

combien tu m'aimes?

Bir bok anlamadım ama yine de sevdim diyebileceğim bir sürü film izlemişimdir herhalde. Ama bazı film vardır en başta hiçbir şey anlamadığını sanırsın ama aslında asıl meseleyi de kapmışsındır. Ya bir uyku halinde ya da tuvaletteyken (malum Türk’ün aklı tuvalette çalışırmış) ahanda şimdi anladım dersiniz. Bir çeşit aydınlanma hali. Filmi sevmenin yanında bir de bu aydınlanma haline sevinirsiniz çünkü tersi gerçekten eziyetli. Seviyorsunuz ama nedenini bilmiyorsunuz.


Mesela Bertolucci’nin Stealing Beauty - Çalınmış Güzelliğini defalarca kez izledim ben. Ve hepsinde de çok keyifli çıktım sinema salonundan. İlk izlediğimde belki de (ve muhtemelen) beni tavlayan şey Liv Tyler’ın kendisiydi. Hatta o kadar ki o zamanki celeron 266 bilgisayarımın 14 inçlik ekranını senelerce Liv Tyler wallpaper’ları işgal etmişti. Tamam filmi sevmiştik sevmesine de nedeni pek de belli değildi. Hatta sevgilimle bir kez daha izledik bu filmi. Ve bunu izlediğimizi duyan bir arkadaşımız ‘ha Liv Tyler’ın kime versem acaba diye ortada dolaştığı filmdi di mi o?’ deyince çok bozulmuş, onun kültürel seviyesinin, entelektüel birikiminin, yaşam tercihlerinin falan bu filmi anlamaya yeterli olmadığını iddia etmiştik. Ama hala neden bu filmi sevdiğimize dair yeterli ve geçerli bir nedenimiz yoktu. Hadi ben Liv Tyler’ın 19 yaşındaki o saf güzelliğine, bembeyaz sütun gibi bacaklarına ve ilk deneyimine şahit olmakla mesut idim de ya sevgilim? O da Toscana bölgesi içinde üzüm bağlarıyla çevrili bir tepe üzerindeki çiftlikte bohem hayatı süren eski hippileri görünce mi sevinmişti, ya da ne bileyim Siena kentinin güzelliği mi yetmişti, yoksa o da mı Liv’i sevmişti? Bilemedik. Ta ki bu filmi 10. kez izleyinceye dek. Nihayet o zaman anlamıştım. Bu filmi şu nedenle sevmiştim ben: Liv Tyler’in acaba “ilk” kime versem diye ortada dolaşmasını sevmiştim. Yani o arkadaşın dediği doğru ama eksikti. “İlk” önemli bir farktı ve ben bunun yıllarca farkında değilmişim. Hayatımda birçok ilkin yaşandığı dönemde başka bir ilk’i ilk kez gördüğüm birinden (Liv) görmek bu filmi sevmeme yetmişti.


---Filmde Liv Tyler'ın oynadığı karakter Lucy Harmon'muş ama önemli değil, biz tüm filmi Liv'in öyküsü olarak kabul etmiştik :)


Geçenlerde izlediğim bir film için de şimdi benzer şeyleri hissediyorum. Combien tu m’aimes? – Beni Ne Kadar Seviyorsun? Filmi izlerken eğlendim, neşelendim, yani sevdim. Ama nedenini tam da bilmiyorum (Yalan!). Biz ne kadar anlatılanlar arasında bir mantık örgüsü bulmak istesek de, nefret etsem dahi sürekli olarak sembolik çözümlemelerle çözüm yolu arasam da, “aslında yönetmen burada...” ile başlayan zilyon tane cümle kursak da hiç bi bok anlamadık.


Filmin isminden hareketle de düşündük. Acaba sevginin niceliği neyi değiştirir diye düşündük.


Mesela Charlie (Gerard Depardieu) Daniella’yı (Monica Bellucci) onun pezevenkliğini yapacak kadar çok seviyordu, onun aldığı paraya el koyacak kadar çok seviyordu, Daniela istemese de onun bedeni üstünde ritmik hareketlerle terleyecek kadar çok seviyordu, Daniela’nın özgürlüğünü François’e (Bernard Campan) satacak kadar, hatta onların mutluluğuna engel olacak kişiyi öldürüp hapse girebilecek kadar çok seviyordu.


François, Daniela’yı o kadar çok seviyordu ki, onun uğruna saat başı kalp krizi geçirip ölebilirdi, ona haftada 100,000 euro ödeyebilirdi, ölünceye dek ona para verebilirdi, hatta parası olmasa da varmış gibi yaparak Daniela’nın yanında kalmasını da yanında habire soyunup durmasını da sağlayabilirdi, onun uğruna ganstervari bir pezevenkle, Charlie’yle ağız dalaşına girebilirdi. Daniela’ya aslında yalan söylediğini, kendisinin her zamanki gibi züğürt bir memur olduğunu ama onunla yeni bir başlangıç yapmaya ne kadar hazır olduğunu söyleyecek kadar çok seviyordu.

Kasıyorum. Kasıyorum ama filmde mantıki bir bağıntı bulamıyorum.


Daniela para için rolünü çok iyi oynayan da olabilirdi, gerçekten rol yapmayan ama François’yı seven de; neticede fahişelik damarı kabarıp evi terk edip tekrar geneleve dönen de olabilirdi, pezevengine resti çekip eve, memurun yanına dönen de; kıskançlıktan çatlayan da olabilirdi, sevdiği adamı komşusunun koynuna koyan da. Daniela’dan da bir şey çıkartamadım.


Ama hala kasıyorum. Toparlarsak, elimizde kendisine piyangodan para çıktığını iddia eden bir memur var. Ama yalnız. Fahişeyi görüyor. Parası bitinceye kadar kendisiyle yaşamasını istiyor. Fahişe kabul ediyor. Ama evdeyken fahişeliği tutuyor, herifin arkadaşına memeleri elletiyor, geneleve gidip başkalarıyla yatıyor, eski aşkına yani pezevengine gidip onunla birlikte oluyor. Pezevengi memurdan para istiyor fahişenin özgürlüğünü alabilmesi için. Memur vermiyor. Ama pezevengi fahişenin ne kadar üzgün olduğunu görüyor ve o kadar çok seviyor ki onu memura geri gönderiyor. Memur parasının olmadığını söylüyor. Fahişe çok kızıyor kendisine yalan söylendiği için. Pezevengine geri dönüyor. Pezevengi de tuttuğu gibi fahişeyi memura geri getiriyor. Bu sırada fahişe arada yine başkalarıyla beraber oluyor, komşusu ıssız köşelerde memuru habire götürüp duruyor, falan filan. Anlayan beri gelsin. Uzun süre hangi sahnenin gerçek hangisinin memurun hayalleri olduğunu da düşündüm ama bulamadım. Sanırım benim hüsnü kuruntummuş.



Yönetmen Bertrand Blier. Fransız sinemasının provakatör sex-komedi filmleri yönetmeni olarak tanınıyormuş. Ama bu filmde güldük ama pek neye güldüğümüzü de pek anlamadık. Seks? Eyvallah. Provakasyon? Sonuna kadar!


Şu film Monica Bellucci manifestosudur. Kast, yönetmen, kurgu, sahne, kostümler, ışık, müzik veya sinemadaki diğer tüm ünsurlar bu filmde sadece Monica Bellucci'yi yüceltmek için varlar; 41 yaşında hala hayalleri süsleme kapasitesine sahip kadını; her ne hikmetse her daim filmlerin fahişesini, güzelliğine mahkum edilmiş bir kadını, güzelliğiyle lanetli kadını oynayan bu kadını. Bu film, biz ne kadar başka türlü anlamlandırmaya çalışsak da, Monica'nın kıvrımlarının gücünün ilanıdır. Eğer bu filmden gerçekten zevk aldıysak, dürüst olmak gerekirse, Monica'nın çıplaklığı sayesindedir. Nasıl ki Liv Tyler'ın Çalınmış Güzellik'ini yaşının getirdiği o körpelikle hatırlıyorsak, bu filmi de Monica Bellucci'nin olgun yuvarlak hatlarıyla hatırlayacağız. Ama önemli farkla; Çalınmış Güzellik sadece Liv Tyler değil ama bu film sadece Monica (Depardieu'ya rağmen hem de!) çünkü filmde başka da bir şey yok.

22 Ağustos 2010

runaway jury

halkın adaleti.......

Ne büyük devrimci bir slogandır halkın adaleti! Halk o kadar iyi bir şeydir ki varlığı hakkaniyet ve adalet, yokluğu ise cehalet ve atalettir. Halk adaletin kendisidir; eğer şimdi adaletsizliğin hüküm sürdüğü zamanları yaşıyorsak, bunun en büyük nedeni halkın adalet denilen mekanizmaya uzak kalmışlığıdır (tersi de eş şekilde geçerli: adaletin halk denilen organizmaya uzak kalmışlığıdır). Halk adaletini uygulamaya başladığında, işte o zaman güllük gülistanlık bir dünyada yaşayacağız; dünya cennet olacak, hatta denemediğimiz ve merak ettiğimiz bir o kaldı diye hepimiz tutup biseksüel olacağız.


Halk adalet uygulamasının gerçekten iyi bir şey olup olmadığından ben nedense pek emin değilim. Neticede hepimizin tüylerini diken diken ettiğini düşündüğüm linç hadisesi de bir yerde 'halkın adaleti' olarak okunabilir. Eyvallah, slogandaki adaletin bu olmadığını biliyorum ama o halk denilen mefhumun kendisini pek bilmiyorum. Ama bildiğim, gördüğüm kadarıyla pek öyle bel bağlanacak bir şey de değil. Slogandaki asıl sorun şu: yaşanılan adaletsizliklere yaklaşım için 'halk' kavramının kirlenmemiş saf bir referans noktası olarak kullanımı (Saul Newman sağolsun). Yani adaletin olup olmaması ancak o hareket noktası sayesinde yanıtlanabilir. Öyle ki halk o adaletsizlikler dünyasında tertemiz kalabilmiş/kalabilen gayri politik, propagandaya ve ideolojik araçlara bağışık bir özne. Eğer adalet olacaksa bu, bu halk ile olabilecektir.

Hemen bir düzeltme gireyim bu noktada: mevzubahis olacak bir devrim neyim yoksa -ellerimiz mahkum- buradan, bu kapitalizmin içinden konuşuyoruz. O zaman, adaleti uygulayacak ve gözetecek olan temiz öznemiz halk gibi müphem bir kavram değil de anayasada tarfilenen şeydir: vatandaş. İdeolojiden hareketle halk cahil, karmaşık ve hayvaniyken; vatandaş bilinçli, modern ve politiktir. Mesela ortada linç varsa onu yapan halktır. Vatandaş ise halk gelince plajları terk etmek zorunda kalandır.


Neyse. Konumuz vatandaşın aktif olarak adalet mekanizmasına yani yargı sistemine dahil olduğu Amerikan Juri sistemi. Aslında konumuz bu değil; bu izlediğim filmin konusu. Film: Runaway Jury - Juri.


Daha derin araştırmaya yapmaya üşendim. Sadece Wiki'ye ekşi'ye falan baktım. Ama sanırım çok da yanlış anlamamışım süreçleri. Bu Amerika Juri sistemi denilen hadise zırvalık gibi geldi bana. İzlediğim film salt bu sistemin eleştirisini yapmıyor gibi görünüyor (başka bir derdi var) ama üzerine çok şey söylüyor. Kaba haliyle, jüride görev almak bir vatandaşlık görevi. Bir gün eline bir kağıt geçiyor bilmemne zaanki juri seçimlerine katılmanız bekleniyor diye. Siz de eliniz mahkum gidiyorsunuz. Belki buradaki gibi çakma bir rapor ayarlayıp gitmeyenler de vardır. Ama habersiz gitmezsen ceza alıyorsun: para veya hapis. Sonra davanın tarafları yani avukatlar (ve savcılar) hakimin gözetiminde jüri adaylarını sorguluyorlar ve kabul veya red ediyorlar. Ama öyle sınırsız reddetme hakları da yok. Atıyorum sadece 10 kez red diyebiliyorlar. Jüriye kabul edilenler yaptıkları bu kamu görevi için para alıyorlar ama mahkemede nihai karara ulaşıncaya kadar da bir yerde özgürlüklerinden fedakarlık ediyorlar.


Artık gerçekten var mıdır yok mudur bilmem davalarda jüri adaylarını araştırıp seçiminde avukatlara yardımcı olmak için şirketler var. Bu şirketler jüri adayları incik cincik inceliyorlar. Jürinin geldiği mahalle, okuduğu okullar, tuttuğu beyzbol takımı, üye olduğu dernekler, klüpler gibi background hikayeleri yetmezmiş gibi bir de peşlerine adamlarını takıp bu jüri adaylarının pubda, işyerinde, laundry'de falan kimle neyi konuştuğunu tespit edip bir profil çıkartıyorlar. Bu profili juriye sorulan kritik bir soru ile teyit ediyorlar ve red veya kabul denmesini salık veriyorlar. Tabi ki karşılığını alıyorlar bu hizmetin, ziyadesiyle.


Yani güya tam bağımsız olan veya tam bağımsız olacağı varsayılan jüri, aslında kendi kişisel geçmişleri ve ilişkileri ile davada yer alıyorlar. Ortada garip bir satranç oyunu oynanıyor çünkü avukat 10 kişiyi beğenmeyip hayır dediği an geriden gelecek beki de daha kötü jüriye evet deme durumunda kalıyor. Bu nedenle şirketlerin bu hizmetine para ödüyorlar.

Jürinin söz konusu olduğu mahkemelerde (daha doğrusu bu mahkeme filmlerinde ve dizilerinde) adaletin nasıl işlediğinden çok avukatların dramatik performanslarına şahit oluruz. Boşuna değil herifler ön konuşma - son konuşma gibi şeylere ayrı çalışıyorlar. Eldeki kanıtların ne derece geçerli olup olmadığı, bu konuda hiç kafa yormamış, konu ile ilgili yasalardan mevzuatlardan bihaber 20 kişilik bir gruba kalıyor. Onlar da hukuka, yasaya falan değil de avukatların dramatik performanslarına bakıyorlar. Böylelikle jüri tecavüzcüyü veya katili cezadan kurtarabilir. Tabi temyiz yolu açık olmak üzere. Avukata düşen asıl rol ise gala ve premiyerde harikalar yaratmak.


---Hayvan gibi spoiler---

Filmimiz John Grisham'ın bir romanından uyarlanmış. Bir şirkete bir nedenle baskın yapılır ve baskını yapanlar karşılarına çıkanları öldürür. Baskında ölenlerden birinin karısı kocasının ölümüne aracı olan silahı üreten şirkete dava açar. Çünkü ona göre tetiği çeken kadar üreten ama kime sattığını göztemeyen de suçludur. Makul. Ancak açılan dava bu konudaki ne ilk davadır ne de son olacaktır. O zamana dek açılan davaları hep silah şirketleri kazanmıştır (çünkü onlar sadece üreticidir. Bu açıdan kraker üreticisinden bir farkları yoktur)


Başarılı, azimli ve pek tabi idealist (bu ABD sinemasında çoğu zaman züğürt anlamına da geliyor) avukat Wendell Rohr (Dustin Hoffman) davada davacıyı temsil eder. Davalı taraf ise juri seçiminde ve türlü yollarla jüriyi manüple etmede üzerine olmayan Rankin Fitch (Gene Hackman) ile anlaşıyor ki önceki silah şirketlerine karşı açılan daha önceki davalarda da juriyi o belirlemiştir. Tam bir piçtir. Ama işini iyi yapan bir piç. Jüri adayına sorular sorulurken Fitch'in uzay gemisinin kaptan köşküne benzer ofisindeki sayısız ekranda aday hakkında bilgiler beliriyor. Film için -daha doğrusu biz izleyenler için- abartılı olsa da toplanılan ve faydalanılan istihbarat hakkında iyi bir fikir veriyor. Rohr'un da juri seçme danışmanı var (Jeremy Piven) ama o içgüdülerine güvenmeyi seçiyor çoğunlukla -çünkü o bir idealist !!


Filmin asıl konusu pek tabi jüri sisteminin getirdiği sorunlar değil. Ya da genel çerçevede 'adalet' sorunu da değil (Bunun için harika örnek: Devil's Advocate - Şeytanın Avukatı). Filmin asıl odak noktası silah sanayi ve serbest silah satışı. Biliyoruz ki ABD'de tartışılan 3 ana konudan biri bu silah serbestisi. Diğerleri de kürtaj ve Kim Kardasian'ın fazla büyük götü. ABD'de bu sorun şöyle ortaya konuyor genelde: Silah şirketleri her ne olursa olsun kar etmek için hareket ederler. Bu hedefleri uğruna ne kutsal Amerikan değerlerini takarlar ne de evrensel insani ahlak değerlerini umursarlar. Yani herşey meşru ve güzeldir de tek hatalı olan silah üretenlerin kar hırsıdır.


İşte bununla mücadele için Nicholas Easter (John Cusack) ve sevgilisi Marlee (Rachel Weisz) bir plan yaparlar. Nicholas hileyle hurdayla kendisini o dava için juri adayları arasına sokar. Jüri adayı seçen şirketleri atlatabilmek için bir Amerikan vatandaşının asla yapmaması gereken bir şeyi yapar ve yargıçtan kendisi juriden affetmesini talep eder. Yargıç kızar, azarlar, ona Amerika'yı Amerika yapan değerleri hatırlatır . Fitch de bu aceleci genç jüri adayını nasılsa bir an önce karar vermek isteyecek diye sevinçle onaylar. Rohr da bir hissiyatla onaylar. Ve tatata, Nicholas jüridedir! Türlü oyun oynarlar ve davanın taraflarına jüriyi istedikleri gibi yönlendirebileceklerini gösterirler. Nicholas içeride Marlee dışarıda mahkemeyi yönlendirmek için avukatlardan para sızdırmaya çalışırlar. Fitch silah endüstrisinin müthiş baskısına daha fazla dayanamaz ve sevgililerin istedikleri parayı vermeyi kabul eder. Olur da biter. Mahkemeyi davacı yani Rohr kazanır! Silah üreticileri yüz milyonlarca dolar tazminat ödemeye mahkum edilirler. Fitch davayı kaybettiği için hem silah üreticilerinden alacağı parayı alamaz, hem de Marlee ile Nicholas'a verdiği paradan da olur. Dahası silah üreticilerinin tehditlerinden dolayı kaçacak saklanacak delik arar. Rohr 'işte Amerika, işte adalet' filan der. Bu sırada Nicholas ile Marlee ne korkmuşlardır ne de tırsmışlardır. Mutluluk içindelerdir. Çünkü bunlar vakti zamanında bir okul baskınından kurtulmuşlar, hatta bir arkadaşlarını mı kardeşlerini mi ne kurban vermişler. Ama o zaman açılan davada silahçılar yine beraat etmiş, onları savunan da Fitch imiş! İntikam soğuk yenen bir yemektir.


Film boyunca jüriler üzerine envai çeşit oyun oynanıyor. Sürekli psikolojik baskı altındalar. Bazen de açıktan tehdit ediliyorlar. Jüri heyetinden kimisi şu iş bitse de gitsekdiye hemen bir karar vermek istiyor kimisi de elindeki güçle mutlu ve mesut (Tanrı kompleksi). En sonunda güya akıllarıyla, güya vicdanlarıyla karar veriyorlar. --Ama dediğim gibi elde bu malzeme varken filmimiz hala silahla uğraşıyor. Sanırım yememiş Amerikan huuk sistemine laf etmek.

Başa dönersek; halkın adaleti, vatandaşın adaleti, jüri, ihtiyar heyeti... Bu jürili adalet sistemi hem halkın dahiliyeti hem de herkesin savunma yapabilme hakkı ile halkın adaleti midir? Çok mu bağımsız bu? Kanımca bir toplumun tüm bağnazlıklarını taşıyan bir sistem bu. Düşünsenize buralarda diz kapağı göründü diye karısını öldüren bir adama hangi jüri ne ceza verirdi? Veya ramazanda sevgilisini sokakta öptü diye bıçaklanan birini kim savunurdu? Ya da atıldığı işine dönmek için dava açan bir transeksüele ne derdi o jüri? Hassas konulara girmeye bile gerek yok aslında. Hele biri Kürt desin, Ermeni desin o zaman görürüm ben. Yok yok yemişim halkın adaletini.

Ben şimdi elitist mi oldum? Yoksa benim oyumla dağdaki çobanın oyunun kıymeyi aynı, ama haksızlık bu diyen Pelin Batu'mu oldum? Veya monşerleri savunan Cumhuriyet okuru bir statükocu mu? Bilmiyorum da bu yargı bağımsızlığı denilen zaten yavşak bir mesele. Ne zaman bağımsız olmuş ki bu yargı? Siyasetten? Yargı fırsat bulursa siyasete karışır, siyaset fırsat bulursa yargıya. Asker fırsat bulursa ikisine de karışır, hatta ağzına sıçar. Şimdi kimse dangalakça sivil vesayet / askeri dikta / yargı egemenliği / güçler ayrılığı deyip demogoji yapmasın. Asıl olay: herkes kendi önündeki boku yesin! Haaa referandum mu? Rezil rüsvalığın iki farklı şeklinden birini seçmek için sandığa gideni öpsünler. İllaki gidecekler olanlar da şunu desinler: “yetmez ama yaneee!”.


Film hakkında gereksiz son sözler: Önce dedikodu mahiyetinde bir şey. Oyuncu okuluna devam ederlerken bu iki usta oyuncu, Dustin Hoffman ile Gene Hackman aynı öğrenci evinde kalıyorlarmış. Artık bulaşık sırası kimde yüzünden mi aidatı kim verecek yüzünden mi bilinmez, bunlar bozuşmuşlar, mezun olup bilinen oyuncu olduklarında hiç karşı karşıya oynamamışlar. Ta ki bu filme kadar. Bu filmde de öyle ahım şahım oyunculuk sergilemiyorlar ama ikisini aynı ortamda görmek nolursa olsun keyifli. Gene Hackman kötü adam rolünü Dustin Hoffman da idealist iyi adamı her zamanki gibi iyi oynamışlar ama artık zorlanmıyorlardır heralde. Hep aynı tiplemeler artık neticede.

Cussack tamam bildiğimiz gibi ama o bakışlar hala çok can sıkıcı. 

Ama Weisz iyi ki var bu filmde. Üniversiteli her solcunun aşık olabileceği bir tipleme. (Nasıl bir iddiaysa bu?!)


Yönetmeni tanımıyorum ben: Gary Fleder. Daha çok tv dizileri yöneten bir adammış. Ama birkaç filmini de izlemişim yine de: Kiss the Girls - Kızları Öp ve Don't Say a Word - Sakın Konuşma. Bende pek bir şey bırakmamış filmler. Bu filmde pek yönetmenlik bir iş de yoktu zaten. Neyse film izlesek mi diyecek olanlar varsa hala, onlara cevabım: “yetmez ama yanee!” 

3 Ağustos 2010

faubourg 36

Birisi Fransız filmlerini sıkıcı bulduğunu söylediğinde nedense o zat-ı muhteremi gözlerinden öpesim gelir. Kolay bir şey değildir çünkü bunu söylemek. Fransız filmleri, bir yerde, referandum öncesinin olabildiğince sıradanlaşmış ama siyasallaşmış Türkiye’sinin iki uzlaşmaz kampı gibi iki farklı kamp yaratır. Şöyle ki ilk gruptakiler Hollywood sinemasına kökten muhaliftir. Çünkü Hollywood sineması politiktir, ideolojiktir, kapitalisttir ve faşisttir ve tüm bu özellikleri ile kültür emperyalizminin baş aracıdır. Eyvallah! İkinci grup da ilk grubun sinemayı böyle okumasına muhalefet ederek sözümona pek entelektüel (ve duygusal ve hassas ve de sanatsal) olan Avrupa –özellikle Fransız- sinemasına önyargıyla yaklaşır. Bu ikinci gruba göre sinema bir lunaparktan veya Mehmet Ali Erbil’in senelerdir süren şaklabanlığından öte bir şey değildir. Hadi değildir demeyelim de olmamalıdır. Sinema eğlence aracıdır; yeri geldiğinde birlikte izlenildiğinde sevişmeye ön giriştir, yeri geldiğinde eş dostla iyi vakit geçirmenin bir yoludur. Benim durumumdakiler için –benim gibilerin bir hayli çok olabileceğini varsayıyorum- sinema kuşku götürmez şekilde ideolojiktir ama bu ideolojik olma hali sadece Amerikan sineması ile sınırlı değildir. Eğer söz konusu olan Amerikan değerleri ise Hollywood sinemasının reddini bir yere kadar anlayabilirim ama beyaz adamın sadece ABD’den sınırlı olmadığını da hatırlatmak isterim. Ve de benim için sinema eğlencedir; eğlencenin bizatihi kendisi ideolojiktir zaten. Bana nasıl eğlendiğini söyle sana…. Ama zaten konu bu da değil.



Konu benim neznimde şudur; entelektüel görünme çabasındakiler illa ki Avrupa sineması (veya bağımsız Amerikan sineması) derken annelerinin ‘aman evladım sağa sola bulaşma da işine bak, okulunu bitir’ dediği kişilerin illa ki redd-i Avrupa sineması taraftarı olmalarıdır. Kendimi bir şey olarak niteleme anlamında Fransız sinemasını genellemek ve severim/sevmem gibi bir beyan vermek gibi bir seçimim yok. Benim ne olduğuma bir sinema geleneği (ki bu bile bir genelleme) karar verecek değil ya! Bu yüzden ‘Fransız filmleri sıkıcıdır’ lafını eden kişinin gözlerinden öperim; aynı ‘Hollywood sineması aptallar içindir’ diyenlerin de alnından öpeceğim gibi. Helal size! Olmuşsunuz siz!



Tabi ki benim de kendim için genellemelerim var. Mesela ‘sanat filmleri’ sıkıcıdır; 3. sınıf Amerikan filmleri eğlencelidir. İtalyan filmleri gürültülü ama güzeldir, Fransız filmleri sessizdir ama kadınları güzeldir. Ezel Akay filmlerine verdiğim para helal edilir, Vicdan gibi bir filme verilen paraya haram olsun denilir. Bunlarda bir tutarlılık ararsam yandım! ‘Sanat filmi’ ile veya 3. sınıf Amerikan filmi ile ne kastettiğimden emin de değilim. Hadi Bernardo Bertolucci’nin Stealing Beauty – Çalınmış Güzellik’ine sıkıcı deyin de görün gününüzü! (Hadi bir not: zaten genelde o Avrupa sineması kategorisinde ele alınanlar aslında İngilizce konuşmayan sinemadır. Mesela Britanya sineması Avrupa sineması olarak pek görülmez. Ama İtalyan, İspanyol, Fransız veya İskandinav sinemaları o bol simge yüklü halleriyle bu kavramı sonuna kadar hak ederler. Araya da biraz Balkan, biraz Orta ve Doğu Avrupa sineması serpiştirirsin olur biter. Haaa Uzak Doğu sineması mı? Korku veya kungfuvari şeyler seviyorsanız neden olmasın? Koyarsınız Emir Kustarica ile Toni Gatlif’in yanına Kim Ki Duk’u, esans niyetine de Alejandro Gonzales gibi Latin Amerikalı birkaç yönetmen, offf sizden ala entelektüel yok!)  

Velhasıl kelam yiyin birbirinizi diyeyim.


Elimize her nasılsa Faubourg 36 – Paris 36 diye bir film geçti. Filmin kendisini hiç duymamıştık ama yönetmeninden haberdardık. Daha önce bayıla bayıla izlediğimiz Les Choristes – Koro filminin yönetmeni Christophe Barratier. DVD’nin kapağında da o filmden bir çok karakteri alınca kaçırmayalım dedik de oturup izledik. Hoş saatler geçirdiğimizi hatırlıyorum da film bana ne bıraktı pek hatırlamıyorum. Garip olan da bu ya!


Bir konu vardır, o konu işlenirken daha ziyade fon olsun diye yan konucuklar serpiştirilir. Bunlar o kadar önemlidir ki hem olayların zamansallığını ve mekansallığını yansıtır hem de karakteri var eden etmenler gösterilir. Örneğin Malena’da Malena’nın öyküsünü var eden şey sadece erkeklerin kıskancı ve ihtirası veya toplumun ahlak anlayışı ya da Monica Belluci’nin muhteşem güzelliğinin getirdiği belalar değil, faşist İtalya’daki bir taşra kasabasının ruh halidir de. Hatta Tinto Brass bile bu ‘fon seçme’ işini o hale getirir ki Salon Kitty üzerinden yine o faşist İtalya’yı anlamayı az biraz mümkün kılar. Bu fon işi (yan konucuklar işi) pek önemli!


Paris 36’da böylesi fonlar çok mevcut. Hatta o kadar çok ki asıl konu neydi diye düşünmeye başlıyorsunuz. Tamam şiirin anafikrini düz yazıya dökün diyen edebiyat öğretmenlerinden pek hazetmem ama ne bileyim bir odak noktası da arıyorum işte. Konu neydi? İkinci dünya savaşı öncesi Fransa’daki faşist cephe ile Halk Cephesi arasındaki mücadele mi? Oğlundan ayrı düşen bir adamın hayata tutunma çabası mı? Muhteşem aşkı sona erdikten sonra eve kapanan ama mevzu bahis o kadının kızı olunca canlanan Troçkivari söz yazarı ve bestekar adam mı? O kıza aşık olan grev kırıcıların başkanı faşist parti üyesi olan adam mı? Yoksa Chansonia'yı, bir müzikholü var etme çabası mı? Muhtemelen yanıt son konu olacak, onu da filmin isminden anlayabildik! (Meraklısına: Faubourg şimdiki banliyö’nün eski ismi. Kapitalizmin o ilk dönemlerindeki insanlık dışı durumlarının yaşandığı mahalle. Kapitalizmin modernleşmesi ile bu mahalleler yavaş yavaş yok olur ama kapitalizmin zulmü altında inleyen işçi sınıfları –ne mutlu ki- banliyö’lere taşınır.)


Neyse. Bunca laf ettik filme ama dediğim gibi izlerken iyi vakit geçirdim. Özellikle oyunculuklar konusunda diyecek hiçbir şey yok. Kendisini Koro'dan tanıdığımız Gerard Jugnot (Pinoil) ile Kad Merad (Jacky) gerçekten çok ama çok iyilerdi. Zaten Koro'yu izleyip beğenmiş birisi sırf o oyuncuları yeniden görmek için izlesinler bu filmi.


Bir de müzikal sevenler tabi. Bolca akordeon ve bolca dans. Belki filmi bizim için izlenilir kılan asıl şeylerde müzikler ve danslardı. İyi bir müzikal izleyicisi ol(a)masam da iyi müziği anlarım :)


Son söz: Olmamış galiba. Vasat+ verdim. Oyunculuklar, müzikler ve danslar hatrına o da!

Adet olduğu üzere filmden bir wallpaper: