ben

merhaba. burada üzerine iki çift laf et diye dürtüp duran kitaplar bazen de filmler hakkında yazıyorum. niyesi yok. bir çeşit not defteri işte. tutamadım kendimi, benim de edecek iki lafım var derseniz, salın kendinizi, ekleyin metnin orasına burasına. yok illa sana doğrudan yazacağım derseniz guhercile@gmail.com'a da yazabilirsiniz.

23 Aralık 2010

çoğunluk

Bir babayla oğlu ormanlık bir alanda haftasonu koşularını yapıp eve girerler. Evde temizlikçi kadın koridoru süpürmektedir. Baba odasına girip “temizlikçiye işin daha bitmedi mi senin” diye bağırır; oğlu da geri kalmaz, önce süpürgeyi prizinden çıkarır, biz tam bunun küçük çocuğun çocukça şakası olduğunu düşünürken odasından uzanıp kadına tekme atar. Ve film başlar: Çoğunluk!



Yerli sinemamızın son zamanlarda en çok üzerine konuşulan filmi bu sene Çoğunluk’muş. Mumbai’den Toronto’ya, Venedik’ten Altın Portakal’a birçok yerden ödül de almış. Vicdan’ı izleyip günlerce “el vicdan yahu, bu film neden çekilir? çekildiyse de neden izlenir?” diye ortada dolandıktan sonra tüm suçu bu filme dolaylı ödüller veren Altın Portakal Film Festivaline yüklemiş ve bu festivalin ödül verdiği filmleri sinema salonlarında izlememe yönünde ilkesel bir karar almış idim. Amma velakin Çoğunluk’un ödül aldığından bihaber olmam ve filmin de 16. Gezici Festival’in Ankara ayağında gösterilmesi nedeniyle şeytana uydum da gittim. Tabi bunda Radikal Hayat’ta gördüğümüz “umut vaadeden genç yönetmenler” listesini özenle koparıp mutfak kombisinin üzerine asmamızın da etkisi vardı; zira bu yönetmen de o isimler arasındaydı ve gösterim tarihi yaklaştıkça Facebook sayfasındaki arkadaşların sabırsızlıklarını her fırsatta deklare edişleri de gaza getirdi tabi.


En başta şunu söyleyelim. Yeni Sinemacılar adı verilen grup birçok kişinin sandığı gibi yeni ve genç toplumsal gerçekçi sinemacıların oluşturduğu bir grup değil. Bildiğiniz bir yapım şirketi! Adı yeni sinemacılar. Ben de ilk görünce ne bileyim üç hececiler beş hececiler gibi bir sinema akımı sanmıştım. Hatta filmin extra gerçekçiliğine gerekçe olarak öyle de söylenmişti bana (!). Efendim bu şirket güzel yapımlara imza atmış: Gemide, Laleli’de Bir Azize, Dar Alanda Kısa Paslaşmalar, Maruf, Takva gibi... Yani bu filmi bu Yeni Sinemacılar üzerinden değerlendiremeyeceğimiz çok açık. Ama YS’nin işe yarar işler yaptıkları ve bu sayede iyi bir köşeyi tuttukları kesin.

Herhangi bir yapıtı (ve yapımı) ona verilen isim üzerinden okursunuz. Tüm düşünsel serüvenimizi sarıp sarmalayan bir diyalektik var ya, hani düalist olanından, hatta olabildiğince modernist olanından, o sayede bu filmi de azınlıkları arayarak da okuyabilirsiniz.  Hatta böyle yapmak bu film için özellikle elzem de oluyor. Zira yönetmen ve senaristine göre (Seren Yüce) bu film asıl olarak Orta sınıfı, yani çoğunluğu, yani ezen sınıfı, hatta üretimi ve tüketimi belirleyen ve düzenleyen, ve böylelikle yaşama şekil veren bir toplamı anlatıyor. O yüzden de politik bir lafı olmayan (!) politik bir film*.

Güya çok gerçekçi olarak önümüze sunulan ve böylelikle seyirciye ayna tutarak afallatmayı hedefleyen bir film olması hedeflemiş Çoğunluk. Ama kavram karmaşasını kendi içinde çözememekten doğan bir çok karmaşa var filmde. Mesela orta sınıftan ne anlıyorsunuz kardeşim? Sosyolojik bir kategori mi? Ne bileyim Sencer Ayata’nın inatla formüle etmeye çalıştığı gibi Weberian Giddensçı bir kategori mi? Yoksa sınıfsal bir kategori mi? Hani emekçi değil ama sermayedar da değil, biraz küçük burjuvamsı falan? Her şey bir yana da bu sayılanları, yani ezen sınıf, orta sınıf ve çoğunluğu üçer üçer bir araya toplarsak ne demek olur bu? Ezen sınıf mı çoğunluk? (ezilenler azınlık mı?) Orta sınıf mı çoğunluk? (alt sınıflar azınlık yani?) Orta sınıf mı ezen sınıf? Seren Yüce birkaç yerde filmde çoğunluk derken asıl olarak çoğunluğun zihniyetinden dem vurduğunu söylemiş. Bak buna eyvallah. Ama mega gerçekçi filminde bir yerde orta sınıf ötekinde ezen sınıf bir yandan çoğunluk zihniyeti dersen kendi kafanın karmaşıklığını aynaymış gibi millete göstermekten gocunmazsın tabi. 


Seren Yüce’nin kafasındaki orta sınıf nedir bilmiyorum ama Mertkan’ın babası orta sınıf falan değil. Üretim araçlarına sahip olan, emrinde işçileri olan adam neden burjuva olmuyor da kendinden menkul ‘orta sınıf’ oluyor. “İşte Bilkent arkeolojide gönül eğlendirmiş bir yönetmenin sınıftan anladığı bu kadar” mı diyelim yani?. Mertkan’ın babası (Settar Tanrıöğen) filmin en başında koştuğu ormanlık alanı yeni Ataşehir yapmaya muktedir bir inşaat firmasının sahibiyken burjuva sayılmıyor. Neden? Onca parasına rağmen Bahçelievler’de olsa dahi boktan bir memur evinde oturmaya devam edecek kadar estetik yoksunu bir taşralı olduğu için mi? 4x4 araba kullandıkları halde giyinmeyi bilmeyip asıl olarak altsınıftan olan apaçiler gibi göründükleri için mi? Akşam habire televizyonda Şansal’la Erman’ı izleyecek kadar sıradan oldukları için mi? Sıkıcı ve boş oldukları için mi? Yoksa çok erkek ve hatta o tukaka çoğunluğun tüm gündelik hayat faşizmini taşıdığı için mi burjuva olamıyorlar? 


Neyse film o kadar gerçek görünme derdinde ki habire kendisini ispatlamaya çalışıyor. Evet Çoğunluk! Anlatım ise çoğunluğu azınlık ile karşılaştırıp anlatmaya mahkum olacak kadar zayıf! Filmimizin asıl kahramanı Mertkan (Bartu Küçükçağlayan) babasından nefret ediyor, ondan korkuyor ama yine de ona dönüşmeye benziyor. Ait olduğu sınıfın bilincini bu ‘sosyalleşme’ sürecinde kazanıyor. Bu süreç içerisinde kendisine etkiyen gündelik hayat faşizmini yavaş yavaş içselleştiriyor ve sınıfının parlak bir üyesi haline dönüşüyor. Bunda bir sorun var mı? Yok. Ta ki bu gündelik hayat faşizmini olabildiğince bir şeye odaklanmadan sıkıcı yaşamlarımıza ayna tutmak vasıtasıyla bize göstermeyi hedef edinmiş yönetmenimizin anlatım tarzına kadar. 


Mertkan cinselliğe aç bir çocuk. Gül ise cinselliğe aç bir orta sınıf mensubuna aç olan bir Kürt kızı. Bak şimdi Kürt girdi filme. Oradan anlatırız bir çoğunluğu. Babası kızın Vanlı olduğunu öğrenince “davul bile dengi dengine. Bırak o kızı oğlu. Bunların alayı bölücü” der oğluna. Mertkan hemen bırakamaz tabi kızı. Çünkü o sırada kıza çakmaktadır! En son babasının bir uyarısından sonra kızdan ayrılır ve arkadaşlarının yanına 80lerden kalma bir diskoya gider (güzel bir mekana gitmeyi bilmedikleri için altlarında 4x4 araba olsa da burjuva değil orta sınıflardır bunlar). Der ki “olum dediğin gibi yaptım. Çaktım kıza, siktir ettim sonra”. Arkadaşı yanıt verir “heralde olum. Çingeneyi sikecen sikecen bırakacan”! Ne anladık şimdi? Orta sınıfımız Kürtlere önyargılıdır, onlara düşmandır, ırkçıdır ve onları çingene ile ayırt edemez. Zaten filmde Kürt kelimesi geçmez, doğuludur onlar. Zira orta sınıfımız Kürt’ü kabul etmez. (Harbiden ya Kürtlere çingene denildiğini kim söylemiş Yüce’ye?)


Bu Gül (Esme Madra) de Marmara Sosyoloji’de okuyan bir kızdır. Ailesi liseye kadar okumasına izin verse de üniversiteye İstanbul’a gitmesine izin vermez. O da kaçak kaçak okur. Peşinde de çok da yakın olmayan bir akrabası vardır. Yakalayıp memleketine geri götürmek istemektedir kızı. Çoğunluğun karşısındaki azınlıktan bakınca da işler çok parlak değil. Bak azınlıktaki Kürtler de feodaller, geri kafalılar ve ahmaklar. Ahmaklar çünkü her ne kadar Marmara Sosyoloji okusa da, kitap okumayı sevse de vs. çalıştığı yere takılan Mertkan’a gönül düşürür. Belki de ona kapağı atmaya niyetlenmiştir, kimbilir. İlk kez evine gittiklerinde -filmin deyimiyle- Mertkan’a verir. (Pardon, ilkinde olmaz çünkü cinselliğe aç ama cinselliği bilmeyen Mertkan daha soyunmadan boşalır da halvet olamazlar). Peşindeki tüm feodaliteye rağmen verir işte. O kadar aptaldır ki bu Gül müteahhitin ne olduğunu bilmez gibi tutar Mertkan’a hediye diye Mimarlık Tarihi kitabı alır, “artık inşaat yaparken buna bakarsın” diye!  Kendisinde gram politiklik yoktur. Eyvallah. Tüm Kürtler politiktir veya Kürtlerden aptal çıkmaz gibi bir ön kabulüm yok ama ana derdini azınlık karşısındaki tutumu ile anlatmaya çalışan bir film de az buçuk bunu gözetmek durumunda değil mi? Ya da film onu söylüyor! Yani o güya çok eleştirdiği gündelik faşizmin peşine kendisi de aynı önyargılarla takılmış gidiyor.

Hmm başladık şimdi. Kürtler’i ilk azınlık grubu olarak tespit ettik. İkincisi de alt sınıflar olsun. Hani filmin başında tekmeyi yiyen temizlikçi kadın sonradan yine görünür filmde. Mertkan için kadın kokuyordur (çok Amerikan olmuş). Bu kokan kadın inatla Mertkan’ı sever, bağrına basmak ister. Tekmeyi yese de! Yani film bir kez daha tecavüzcüsüne aşık olan maktul klişesini yineler. Film bir yerde Mertkan’ın sınıfının değerlerini özümseme sürecini gösteriyor olsa da ilk sahneden anlarız ki daha bir karışlık veletken Mertkan kadını tekmeleyerek o aşşağılık sınıfa nefretini gösterebilmektedir. O aşağılık sınıfın ezilmişliğini gösterebilmek için film onların bu düzen içerisinde zaten maaş karşılığında sömürülmelerini yeterli görmez, bir de tekme gerekir! Mertkan can sıkıntısından Kürt amelelere gider ve ördükleri duvarı yıkıp yeniden örmelerini ister. Oysa gerçekte sınıfsal konumundan doğru Mertkan’ın o amelelerin onu kıçından kan gelene kadar döveceklerini bilmesi gerekirdi. Hele ki Mertkan’ın bir taksiciyle (Erkan Can) muhabbeti var ki dillere destan. (İşte sınıfsal açıdan ‘orta sınıf’ olan o, küçük burjuva, taksici. En kaba haliyle taksisi, üretim aracı var ve kendi emeğiyle geçiniyor) 


Bir de yeter artık fakiri göstermek için divanda ödevini yapmaya çalışan selpakçı kız klişesi!


Üçüncü azınlık grubunun kaynağı cinsiyet, doğrusu toplumsal cinsiyet. Burada ne diyeceğini biraz sapıtmış film. Mesela Mertkan’ın annesi (Nihal Koldaş) mutsuzluğunun farkındadır ama neden mutsuz olduğunun da az çok farkındadır. Yani kadınlara has bir sezgisellikle işlerin yolunda gitmediğini ‘hisseder’. (Ben değil Seren Yüce söylemiş böyle). Yani orta sınıfın kadını da olsa kadın sezgisel ve duygusaldır. Arada ‘nasıl böyle duygusuz erkeklerin arasında kaldım ben’ diye serzeniş eder, bazen de oğlunun aslında neyi istediğini bilmemesine kederlenir. Mesela orta sınıf erkeklerinden farklı olarak aşşağı sınıfın kadınına insanmış gibi (!) yaklaşır. Mutfağında ağırlar, çay içer beraber, dertleşir. Ne de olsa kadındır. Mesela temizlikçi kadının kocası yok yere onu döver –ama orta sınıf kadını pek dayakla haşır neşir değildir anlaşılan. Bizim bazı kazma feministlerimizin de savunduğu üzere, kadın özü itibarıyla daha has duyguların insanıdır ve daha insanidir! Tabi ki Çoğunluk toplumsal cinsiyeti hedefe koyduysa başka bir azınlık grubu es geçemeyecektir. Mertkan ve diğer apaçi görünümlü abaza arkadaşları diskodan o gece götürecek kız çıkartamayınca dışarıya çıkarlar. Karşılarına bir travesti (transseksüel?) çıkar ve grup indiriminden yararlanarak otele giderler. Es geçmek olur mu?


İşte o disko gecesinde Mertkan alkollü araba kullanırken polise ehliyetini kaptırır. Babası hatırlı kişileri araya sokar ve kaza raporundan alkollü olduğu tespiti çıkarttırılır. Bunun için eli kolu her yere uzanan militarist bir ahbap esnaf gerekir. İşte o halıcı sürekli olarak askerlikten dem vurur. Mertkan’a “git askere komando ol, vatan borcu namus borcu” der. Tamam halıcı amcanın bakışından çok sıkı bir milliyetçi olduğunu anlarız. Hatta kafayı takmıştır bu meseleye de. İşte çoğunluğun militarizm’i de burada sahnelenir.  Babası Mertkan’ı kenara çekip “açıköğretim de okul muymuş, git vatanına borcunu öde. Benim görevimdi senin de görevin. Bu borçtan kaçılmaz” yollu nasihat verir. Oysa ki orta sınıf böylesi ucuz bir milliyetçi söylemi sahiplenmektense milliyetçiliği daha altındaki sınıflara yükleyerek geçinir gider (Tabi ki filmdeki orta sınıf!). Ne zaman görülmüştür bir inşaat firması sahibinin oğlunun şehit olduğu? Babanın oğluna “git şu askerlik belasından kurtul da işin başına geç demesi” daha mümkündür oysa. Ama film alt sınıf yerine orta sınıfa dayandığı için bu militarist söylemi de bu aileye yüklemek durumunda kalmıştır. Tamam orta sınıf da militaristtir ama bunun maduru genelde kendileri değildir.


Yani film ultra mega süper extra gerçekçi olacağım derken şirazeyi tutturamamış. Dışarıda ne kaldıysa, gündelik yaşam neyi ötekileştiriyorsa, neyi ezip yok sayıyorsa onu bir kertede verelim demiş. Filmin anlattığı, anlatmaya çalıştığı şey konusunda tek bir itirazım yok. Ama bir film her şeyi de aynı anda söylemek zorunda değil. Derdim anlatım biçimi. Odak yoksa kadraja ne koyarsan koy net değildir, fludur. –mış gibi yapar başka da bir şey yapamaz. “Ermeni’yi unuttuk onu da babanın izlediği habere yerleştirelim”, “eee ortalama bir erkeğin yaşamında futbol var, onu da Maraton programında Erman’ı göstererek halledelim” demek kusura bakmayın da artık fazla! Gerçekçilikmiş! Yılmaz Güney sinemasının nesi gerçekçi gelmedi kardeşim? Sıkıcı bir aile yaşamını seyretmek mi bizim ‘kendi’ gerçeklerimizi görmemizi sağlayacakmış? O monotonluğun bizatihi kendisi faşizmdir, araya Kürt, Ermeni, travesti koymana gerek yok ki! Güya politik olmayacağım diye bu kadar mı kasılır yahu? Artı, sınıfsal duruş yanlış. Demiş ki “ben bir de ezen sınıfı anlatmaya, kurguyu oradan kurmaya çalıştım”. İyi yaptın! İçinden geldiğin sınıfı bile böyle gözlediysen ne diyeyim sana. Bir de ağzında sınıf mınıf. Kusura bakma kardeş de zaten istesen de olaya ezilen sınıf gözüyle bakamazmışsın ki. Hadi siyasal bakışın kendine göre şekillendi (yani “bi umut yok”, “böyle gelmiş böyle gider”, veya “sanmayın ki orta sınıfın parası var diye mutlu; onlar da mutsuz ve sıkıcılar”, hatta “o ezen sınıf da eziliyor aslında” dedin kendince), bari anlatımınla işi kotarsaydın ya!


Seren Yüce’nin ilk filmiymiş Çoğunluk. Daha önce Yaşamın Kıyısında filminde Fatih Akın’ın, Takva’da Özer Kızaltan’ın ve Pandora’nın Kutusu filminde Yeşim Ustaoğlu’nun yardımcılığını yapmış. Bu tecrübelere rağmen anlatım konusunda zayıf ve dağınık kalmış Çoğunluk. Doğrusu, her şeyi anlatırken hiçbir mesaj vermeyeceğim kaygısıyla çorba olmuş ve neredeyse hiçbir şey söyleyemeyen bir anlatıma dönüşmüş film. Buradan çok ciddi kapitalizm eleştirisi çıkaranlara, liberalizmlerine paye biçenlere, accayip militarizm ve faşizm eleştirisi yapıldığını düşünenlere tek tavsiyem var: etrafınıza bakın! O bahsettiklerinizden daha çok, daha net ve daha dolaysız göreceksiniz. Aynı zamanda hem filmdeki kadar sıkıcı bir hissiyat içinde boğulacaksınız hem de paranız cebinizde kalacak!

Son not ve de tavsiye: Filmde ailemiz erkeklerini bir kez camide namaza gidiyor görüyoruz. Anlaşılıyor ki Baskın Oran’ın lahasümüt’üne uygun yurttaşlar bunlar. Sahi film bir iki çok önemli azınlık-çoğunluk meselesini unutmuş: 1. Aleviler yok. Araya sıkıştıraverseydiniz ya. Ya da kızı Vanlı değil de Dersimli yapsaydınız hem Kürt/Zaza’dan hem de Alevi’den kurtulurdunuz 2. Yahudiler yok. Aile reisi bir konuda ahkam keserken arada hemen ‘bunlar Yahudi tohumu’ deyiverseydi ya! Ve 3. Madem futboldan da dem vurduk, ben şahsen orada bi Gençlerbirlikli taraftarla dalga geçilmesini falan beklerdim. Eksik olmuş.

Asıl garip olan şu: bu ailede ve çevresinde siyaset konuşulmuyor! Ne bileyim en ucuzundan "Tayyip haklı arkadaş", "Kılıçdaroğlu pek dürüst", "Bahçeli'nin yoluna paspas olayım" gibi sözler dahi yok; çünkü Yüce sanırım orta sınıfın apolitikliğinin onların hiç politika konuşmamasından kaynaklandığını sanıyor. Len madem kimse politika konuşmuyor kim veriyor bu %47leri %58leri diye bir soru atmak gerek ortaya...

Oysa politik bir şeyler söylüyor gibi yaparken de apolitik olunabilir. Aynı bu film gibi!


En son not: Filmde Settar Tanrıöğen gerçekten de harika!

* Bu tanımlamalar benim değil. Yönetmenin farklı yerlere verdiği röportajlarda kendisinin söylediği tanımlamalar. Merak eden Çoğunluk’un Facebook sayfasından tüm bu röportajlara ulaşabilir. Sabah gazetesinden Zaman’a, bianet’e, Radikal’den Taraf’a, SoL’a, Evrensel’e dek baya bi kaynak verilmiş bu sayfada. Kimi röportaj kimi film üzerine yazılar: http://www.facebook.com/cogunluk?v=wall