ben

merhaba. burada üzerine iki çift laf et diye dürtüp duran kitaplar bazen de filmler hakkında yazıyorum. niyesi yok. bir çeşit not defteri işte. tutamadım kendimi, benim de edecek iki lafım var derseniz, salın kendinizi, ekleyin metnin orasına burasına. yok illa sana doğrudan yazacağım derseniz guhercile@gmail.com'a da yazabilirsiniz.

6 Ocak 2011

YokYer - Neverwhere

Sıra nihayet buna geldi de Neil Gaiman’ı ilk kez okudum. Daha önce çevirip basmak için kitap ararken haberdar olmuştuk Gaiman’dan. Sonra çizgi roman yayıncılığında ülkede güzide bir yer sahibi olan Arkabahçe Yayıncılık DC Comics’ten telifini alıp basınca Sandman’i gördük kitapçı raflarında. İthaki Gaiman’ın kitaplarını bir dizi halinde bastığı sıralarda pek revaçta olan fantastik edebiyat eserleri bilimkurgu raflarını işgal ediyordu. Her şeyin bokunu çıkardığımız için ve de bu kapitalizmin ticaret mantığına fazlasıyla uyduğu için bu işgalci kitapların çoğuna edebiyat değil ucuz kitaplar diyorduk ve bu duruma ziyadesiyle bozuk olduğumuz için kitapçılarda bu rafları genellikle pas geçiyorduk. Gaiman’ın bir daha gündemimize girişi Stardust (Yıldız Tozu) filmiyle oldu. Gerçi filmi izledikten sonra aklımızda kalan Gaiman’ın anlattığı öykü değil de Robert de Niro ve Michelle Pfeiffer gibi starların bu filmde oynarken ne kadar da eğlendikleriydi. Ama nihayetinde kendime göre bir gerekçe uydurmuş olmalıyım ki bulup almışım YokYer’i (Neverwhere).

Ha eğer bu kitabı alırkenki hedefim rahat rahat soft bir şeyler okumaksa (ki öyle görünüyor: 24 haziran 2010) tam isabetli bir atış yapmışım; yok eğer eli yüzü düzgün fantezi bir roman okumak idiyse başka bir şey de okuyabilirmişim. Çünkü bu bir romandan çok senaryo (script/text)! Bana bu yorumu ilk İlkay yapmıştı. İnternette blog için görsel materyal ararken fark ettim ki bu konuda İlkay asla ve asla yalnız değilmiş. Hatta çok da haksız değillermiş çünkü bu gerçekten de Gaiman’ın BBC’de yayınlanan bir mini dizinin senaryosunu romanlaştırdığı kitapmış. Çizgi romanı dahi yapılmış. İşte bu benim için de birçok şeyi açıklayan bir şey oldu.

Olayımızın asıl kahramanı Robert Mayhem’in neden en az sevgilisi Jessica kadar sıkıcı ve tekdüze olduğu Gaiman’ın bu karakteri bir dizi için yaratmış olması ile açıklanamaz elbette. Bir karakter dizi karakteri olsa dahi gelişebilir, dönüşebilir. House MD’nin son sezonu Dr. Gregory House’un aşık olduğu bir bölümle başladı yahu! Gerisini siz düşünün…

Robert benim gibi, senin gibi sıkıcı bir çalışan hayatı süren ortalama bir British’tir. Bir akşam yanında aynı kendisi gibi yuppie olan sevgilisi Jessica varken kaldırımda kanlar içinde yardım isteyen bir genç kıza rastlar. Beş para etmez sevgilisinin tüm protestolarına karşın kıza yardım eder ve tüm hayatı değişir! Kızın adı Door’dur çünkü; yani olan tüm kapıları açabilen, olmayan kapıları da bir parça zorlansa da açabilen bir Aşağı Londra kaçkını. Amacı katledilen ailesinin hesabını sormaktır ve kader Door ile Robert’ın yollarını kesiştirir işte.


Kitabı okurken Gaiman’ın derdi ne diye düşüyorsunuz sürekli çünkü anlaşılan o ki Robert’ın bir derdi yok! O sadece Door’un ardında, Avcı’nın yanında, Bay Croup ve Bay Vandemar’ın önünde, Melek Islıngton’un eşliğinde ve Marquis de Carabas’ın peşinde olan duygulardan azade bir halde yürüyor. Yeri geliyor sıçanlarla muhabbet ediyor, yeri geliyor ölümden dönüyor, ihanete uğruyor, bazen de küçük büyü numaraları ile uğraşıyor. Tüm bunlar olup biterken anlıyoruz ki bu yolculuk diğer ‘yolculuk’ temalı romanlardan, öykülerden veya filmlerden farklı. Robert Aşağı Londra’daki yolculuğunda içsel bir yolculuk, ne bileyim bir farkındalık falan yaşamıyor. Tek farkında olduğu şey bilinen yüzeydeki Londra’nın altında, kanalizasyon tünellerinden, tüp geçitlerden, metro hatlarından müteşekkil başka bir Londra vardır (Aşağı Londra) ve burada kendine has yaşamlar kendi tarzlarında akıp gitmektedir.

Gaiman bir ‘fairy tale’ anlatıyor olsaydı çok başarılı olacaktı veya Sunay Akın tarzı bir hikaye anlatıcı olsaydı. Londra metrosundaki istasyonların isimlerinin nereden geldiklerine dair anlattıkları çok keyifli şeylerdi (Bizde belki İstanbul semtlerine uygulanabilir bir anlatım yöntemi olabilir. Sunay Akın harbiden ihmal etmesin!). Ama o tüm bunların yerine alternatif bir dünya inşa etmeyi seçmiş ama hayalgücü ve anlatım yeteneği bir J.R.R. Tolkien veya Isaac Asimov olmadığı için pek de başarılı olamamış. Tabi bu söylediklerim bu senaryodan daha sonra romanlaştırılmış olan bu YokYer için. Yoksa Amerikan Tanrıları gibi diğer bilinen romanlarını okumadım.

Bu tür benim pek alışkın olmadığım bir tür: dark urban fantasy. Türkçeye belki en güzel “Kara Kent Fantastik Edebiyatı” diye tercüme edilebilir. Fantasy kelimesini türkçede fantezi karşılıyor ama bu kelimeyi fazlasıyla aşındırdığımız için fantastik ile karşılıyoruz.  Fanteziye ya cinsel çağrışımlar yüklüyoruz ya da garip bir şekilde klasik anlamına gelebilecek bir karşılık: biraz fante(a)zi bir kıyafet istiyorum gibi. Halbuki fantezi iyiymiş: sınırları olmadan hayal edilebilen her şey! Neyse fantastik de yerinde bir kullanım bende. Sanırım en uygun kullanım fantastik edebiyat ve fantezi roman. Fantastik edebiyat denilince Türkiye’de sadece büyü, kılıç, yüzük, level falan filan anlaşılmasına dair bir yazı: http://turkcebkf.wordpress.com/2010/07/13/turkiyede-fantastik/ .

Türkçesini İthaki basmış kitabın (Mayıs 2010). Bir şeyi de merak etmedim değil: çeviri sırasında kahramanlardan birinin adı olan Door ‘Kapı’ diye karşılanmamış ama Hunter ‘Avcı’ olarak, Angel Islington ‘Melek Islington’ olarak karşılanmış. Door’u da ‘kapı’ olarak çevirmek tutarlı değil miydi? Benzer şekilde, Mister Croup ve Mister Vandemar isimlerindeki Mister’lar ‘Bay’ olmuş madem de Marquis de Carabas’taki unvan neden Marki olamamış? Sadece merak işte...

Okurken sıkıldım mı? Hayır... Sadece daha fazlasını bekliyordum. Hem de kafa yormayan hafif bir şey okumak isterken. Bu da nasıl bir tanımlamaysa? Ama önerir misin derseniz: evet okuyun, ama arkadaşınızdan ödünç almanız ve harbiden 'kolay bir masal' okumak istemeniz kaydıyla... Özellikle Bay Croup ve Bay Vandemar çok eğlenceli tipler, romanın en (!) soğukkanlı katilleri olsalar da :)


4 Ocak 2011

omagh

Bundan bir önceki konuda bahsettiğim Siege’de (Kuşatma) bir bomba patlıyordu ve New York’ta tanklar dolanmaya başlıyordu. Bu filmde de bir bomba patlıyor ama bu kez mekan Omagh, Kuzey İrlanda. Önceki film ne kadar patlamalarda ölenleri ihmal edip güya patlamaya neden olan olay dizisini anlatıyor görünüyorsa Omagh da o kadar patlamanın kurbanlarına ve ailelerine bakıp patlamanın nedenlerini ihmal ediyor görünüyor. Görünüyor diyorum çünkü patlamanın yol açtığı can kayıplarıyla ölümüne ilgileniyor, ama patlamayı açıklayan, meşrulaştıran bahanelerin hiç birine prim vermiyor.


Kısa tarihçe: 1998’de Tony Blair, Kuzey İrlanda hükümeti ile Sein Fenn’in de (yani IRA’nın da) desteklediği Belfast Anlaşmasını imzalar. Bölgedeki karmaşanın bir an için dindiği geçici bir huzur dönemidir bu. Pek tabi ki huzursuz olanlar da vardır: IRA’dan kopan bir grup barış anlaşmasını imzalayan ebedi ve ezeli düşman İngiltere ile ihanet ettiğini savundukları IRA’yı protesto etmek için Omagh kasabasında bir bomba patlatırlar ve eylemi Real IRA (RIRA – Gerçek IRA, Gerçek İrlanda Cumhuriyet Ordusu) adına üslenirler.

gerçek sahne
Omagh filminin anlatımı bombalamada ölenlerin aileleri üzerinden.  Patlamada oğlunu kaybetmiş bir baba kendisini diğer ailelerle birlikte bir dizi eylem içerisinde bulur. Ve bu eylemlerin hedefi ne siyasi bir söylemdir, ne de etnik-dinsel bir geçmiş. Hesap sormaktır amaçları, kim, neden, nasıl göz yummuştur bu terör eylemine. Filmin çok etkileyici bir anlatımı var, burada anlatıp içine etmek istemem…


Burada da artık böyle filmler çekilmeli. Burası da artık böyle filmlerin çekilebileceği bir ‘normallik’ normuna sahip olmalı. Bir bomba hedefini kendi seçmiyor; onu yerleştirenler, ateşleyenler ve üzerinden kirli politik propaganda yapanlar seçiyor hedefi. Omagh eyleminde 29 kişi ölüyor 220 kişi yaralanıyor. RIRA grubu pek öyle hedef seçmiyor, hatta British Police Force ile birlikte, ölen sivil sayısının artması için elinden geleni ardına koymuyor. Kent merkezinde patlayan bomba hedefteki kişilerin Protestan, Katolik, mormon, İspanyol veya kaç yaşında olduğuna bakmıyor. Hepsi ölüyor. Film de işte artık İrlanda-İngiltere meselesine falan bakmadan diyeceğini diyor.


Bu gerçek olayı senaryolaştıran iki kişiyi daha önceden tanıyoruz: Paul Greengrass ve Guy Hibbert . İlkini, yani Greengrass’ı  Bloody Sunday (Kanlı Pazar) filminden, ikincisini de Five Minutes of Heaven (Cennette Beş Dakika) filminden tanıyoruz. Yani yazarlar bu İrlanda meselesine ciddi ciddi kafa yoran ve belli konumdan hareket eden kişiler. Bu film onların “artık yeter” dediği nokta olmuş. Zaten öyle bir nokta var ki, o aşamadan sonra “bu terör değilse nedir o zaman terör ?” demek zorunda kalacağı yer işte orası.




Dün 3 Ocak’tı. Diyarbakır’da askeri aracı hedef alan bir bomba patlamıştı 2007’de. 7 kişi öldü 66 kişi yaralandı. Ölenlerden 6’sı bombanın önüne konulduğu dershanenin öğrencilerdi. Kaçı Kürttü, kaçı Türk? Yine aynı dönemde, Mayıs 2007’de, Ankara Ulus’ta Anafartalar Çarşısında protokol geçecek diye bomba konulmuştu. Akşam işlerinden gecekondu mahallelerindeki evlerine gitmeye çalışan insanların bekledikleri durakta patladı bomba, 6 kişi öldü, onlarca yaralı. Kaçı solcu kaçı sağcıydı, kaçı emekçi kaçı sermayedardı? Yaralananlardan 17 yaşındaki bir genç %70 zeka kaybına uğradı, devlet tazminat olarak dün 10 bin lira verdi. Yine bugün Hizbullah sanıkları zamanı iyi düşünülmemiş (veya tam aksine çok iyi düşünülmüş!) bir yasal düzenleme marifetiyle salıverildiler. Yarın Ogün Samast’ı bekliyoruz aramızda. İnsanın ne devletin gözünde değeri var, ne de o devletle derdi olanın. Bkz. Şemdinli’deki Umut Kitabevi. Ve ülke öyle bir cinnet halinde ki her fırsatta illa ki ‘biraz da onlardan ölsün’ diyecek birileri mutlaka çıkıyor. “Artık yeter” diyenlerin, geride kalanların hangi dili konuştuğu, hangi dilde ağladığı önemli değil. Başını kim kaldırırsa kaldırsın seslerini boğacak birileri mutlaka bulunuyor.


İşte Omagh filmini bu yüzden bu kadar önemsedim. Şunu söyleyebildiği için: “Ölen, insanoğlu insan! Öldükten sonra o beden ne İrlandalı ne İngiliz ne Protestan ne Katolik ne Kürt ne Türk ne Alevi ne Sunni… o sadece bir ceset! ama siz ölü sevicilersiniz”


Filmsel not: Babayı oynayan Gerard McSorley’i izleyin. Yönetmen Pete Travis’i bir izleyin. İlk filmlerinden biri bu, ve TV için çekilmiş aslında. İlk film bahanesine sığınan çok çok gerçekçi ve güya çok cesur yönetmenlerimiz mutlaka izlesinler bu filmi. Ya da bu onlara çok politik gelirse, yönetmenin diğer filmine baksınlar: Vantage Point (Bakış Açısı). Hadi bakalım…

Not: kendi kendime not: Yazı Tura’yı izlemek üzerime borç olsun! 

siege

Siege (Kuşatma) filmini izledikten sonra “ne kadar öngörülü bir filmmiş” dedim ilk önce. Çünkü film 1998 yapımı. Yani, stratejistlerin ABD ve küresel dünya için milat saydığı 9/11 saldırıları henüz gerçekleştirilmemiş; genelde müslümanlar özelde Araplar ABD kamuoyunda henüz bu derece terörist sayılmaya başlanmamış; güvenlik paranoyası kendini göstermeye başlasa da şimdiki kadar abartılmamış. Henüz! İşte o ‘henüz’ bu filmi anlatıyor...


Filmin senaryosu bir yazarın, aynı zamanda da Pulitzer ödüllü bir gazetecinin elinden çıkmış: Lawrence Wright. Bu senaryoyu yazarken 1993 yılında Dünya Ticaret Merkezinin ikiz kulelerine o ana dek yapılan en sansasyonel saldırıdan esinlenmiş. Hani bomba yüklü bir kamyon kuzey kulesine dalar ve 6 kişi ölür 1000 kişi yaralanır. Sormuşlar, soruşturmuşlar ve bu işin ardından ABD’nin İsrail’le ilişkilerinden rahatsız olan bir grup Arap militan çıkmış. Wright da bu malzemeyi almış, yoğurmuş ve bir senaryo yazmış. Başarılı bir öngörüyle. Zaten kendisi yazar olarak asıl şöhretini 11 eylül saldırılarından sonra 2006’da yazdığı The Looming Tower: Al-Queda and to Road to 9/11 sayesinde kazanmış.


Film gösterime girdikten sonra Amerikalı müslüman gruplar kendilerinin filmde tümden terörist ilan edildiklerini iddia ederek bir çok protesto gösterisi düzenlemişler. Yapımcılar “ama biz filmde müslümanlar teröristtir suçlamasının ne kadar mesnetsiz olduğunu, bir eylemin tüm bir gruba mal edilemeyeceğini, nasıl müslümanlar arasında kötüler varsa Amerikalılar arasında da çürük yumurtalar olabileceğini de göstermeye çalışmıştık” deseler de müslüman gruplar ikna olmamışlar ve filmi boykot etmişler. Eee haksız da değiller. Yapımcılar müslümanları ve Amerikalıları iki ayrı grup gibi ele alıyorlar. Yani o efsanevi American Dream’de müslümanlara yer yok; müslümanlar ABD vatandaşı olsalar da Amerikalı olamıyorlar işte...


Ama filmi 9/11’den sonra izlemek hem Hollywood’un öngörü yeteneğini hem de manipülasyon gücünü gösterebildiği için çok ilginç. Herifler bir kez para kazanmayı kafaya koydular mı en ala sosyologa, antropologa taş çıkartıyorlar. O idealleştirilmiş toplamın neyse nasıl tepki vereceklerini, nasıl ve neye karşı önyargıları olduklarını, hatta bu ideal toplamın ‘kırmızı çizgiler’inin neler olduğunu çok iyi biliyorlar. Çünkü bir yerde bunların çoğunu onlar yaratıyorlar.


Uyarmadı demeyin; spoiler!

Bu filmi diğer Hollywood film endüstrisi mamullerinden ayrı kılan şey şu: film çok olası! Hatta oldu! Filmde ortadoğulu ve Arap oldukları arapça konuşmalarından tahmin edilen (!) bir grup terörist var. Bir otobüsü içindeki yolcularıyla birlikte kaçırıyorlar ve bilmem kaç kilo bombaları var. Ama bunlar öylesine teröristler ki talep malep iletmeden bombayı patlatıp sürüyle sivili fani eyliyorlar. Pardon: olay yerine ulaşan FBI dedektifi kahramanımız Hub (Denzel Washington) bomba patlamadan önce teröristleri çocukları serbest bırakmaları konusunda ikna etmeyi başarıyor (ama nedense o da sormuyor dertlerinin ne olduğunu). Kendileriyle birlikte onca insanı zayi ettikten sonra bu terörist gruplar ne istediklerini iletiyorlar. Amaçları liderlerinin serbest bırakılması. Bunu o kadar çok istiyorlar ki ne kadar ciddi olduklarını göstermek için önce öldürüyorlar. Ve tüm istedikleri ABD’nin öldüğünü iddia ettiği Şeyh Ahmet bin Telal’in serbest kalması (tam ortadoğulular yani, lidere ölümüne sadakat). Şeyh bırakılıncaya dek bir dizi patlama daha oluyor ve terör dalga dalga ABD’yi, film düzleminde söylersek New York City’yi sarıyor.


Kahramınımızın görevi bu patlamalardan sorumlu Arap-müslümanlardan teşekkül hücreleri tespit edip çökertmek. Konuyu deştikçe karşısına hep aynı kadın çıkıyor: E. Craft ya da S. Bridger (Annette Bening). Film boyunca gerçek ismini öğrenemiyoruz çünkü ABD hükümetinin pis işlerine bakan bu kadının ismi yok. Kadın yeri geldiğinde Basra Körfezi’nde veya Filistin’de infaz timlerine komuta eder, yeri geldiğinde günah keçisi rolünü oynar. Şeyh’e çıkan yol da bu kötü kadından geçer. Tamam buraya kadar sıradan bir aksiyon filmi gibi akıyor. Yani Rambo’dan veya 3. sınıf bir filmden daha öngörülü değil. Ama iş terör dalgası büyüdükçe değişiyor.


Hükümet teröristlerin Arap olduklarından emin ya, hemen kentte bir sürek avı başlatılıyor. Önce sabıkası olanlar, bölgeye gidip gelenler, camiye takılanlar falan. Ellerinde hiçbir isim olmadığı için öylesine geçiyor günler ama bombalar susmuyor. Ve nihayetinde hükümet radikal bir karar alarak ABD anayasasını ihlal ediyor: Ordu göreve emri veriliyor! Bu ünlem işareti bizim gibi darbelere, girişimlerine alışkın bir millet için gereksiz olsa da ABD için hayati herhalde çünkü film bundan kelli bunun üzerinden gidiyor. Artık konu şudur: vergilerle kurulmuş ve desteklenen bir ordu kendi vatandaşına karşı konumlandırılabilir mi? Mevzubahis olan öteki Amerikalılardan gelen tehdit ise evet!, çünkü bu bir zorunluluktur artık. Ordu tüm genç müslüman erkekleri evlerinden, işyerlerinden ve sokaklardan toplayıp tel örgülerle kapatılmış, başında orada tutulanlara silah doğrultmuş nöbetçi askerleri olan bir kampa kapatıyor. Ordu hep beyazların emrindedir.


Film inatla Amerikalılığı vatandaşlık bağı üzerinden tanımlamaya çalışıyor olsa da, hatta bunu yaparken Hub’un ortağını müslüman yapsa da, hep ötekileştiriyor. Mesela müslüman ortak,  Hattat (Tony Shalhoub), bu ayrımcılığa maruz kalıp çocuğunu ordunun kampından kurtarmaya çabalarken kendisinin da Saddam’a karşı savaştığını falan söylediğinde kendisine kendisiyle aynı dili konuşanlarla savaşmaması gerektiği söyleniyor. Yani alfabesi, dili, dini farklı olan Amerikan vatandaşı Amerikalı değildir, bu kadar net. En azından New York City’yi yöneten General (Bruce Willis) için, yoksa Hub çoktan Amerikan ideallerini savunup müslüman aileye yemeğe gitmiştir.


Neyse boku çıktı. Filmin aksiyon kısmı Hub ile General arasında geçiyor çünkü ordu zıvanadan çıkıp müslümanları fişliyor, öldürüyor. Bundan müslüman da olsalar FBI, CIA, CSI, NCIS vs gibi bir sürü alengilli kurum ajanı da nasibini alıyor. En sonunda bakıyoruz ki ABD ortadoğu’da zıvanadan çıkmış da yetkisini aşmış da bazı grupları desteklemiş de onlar geri dönüp ABD’yi vurmuş da falan filan.. Falan filan da bunların hepsi (askeri darbe yerine sivil darbe mi denir bilemedim) neredeyse oldu!! 9/11, Guantanamo, El Kaide, Irak, GW Bush, Afganistan, JFK havaalanı, İsrail, Filistin, yeni güvenlik yasaları, fişlemeler, islamofobi.. işte ondan diyorum çok öngörülü filmmiş diye. (Filmin sonunda yine tüm ayrımların üstesinden gelen yüce Amerikan idealleri kazanıyor)



Filmin yönetmeni Edward Zwick imiş. Last Samurai (Son Samuray), Kanlı Elmas (Blood Diamond) ve Courage under Fire (Ateş Altında Cesaret) gibi filmleri de yönetmiş. Daha önce bu üç filmi de izlemiş ve beğenmiştim. Bu filmin ne kadarı senaryo, ne kadarı yönetmenlik pek bilemedim ama şu kesin ki, adamın derdinin ne olduğu bir yana, bu adamın işleri güzel. derdini es geçtim Ama şu da var ki adam daha çok yapımcı. Bu yönettiği filmler de dahil olmak üzere My Name is Sam (Benim Adım Sam), Traffic (Trafik) ve Legends of the Fall (İhtiras Rüzgarları) filmlerinde de yapımcıymış bu amca. Akıllı bir yatırımcı belli ki. Gerçi bu filmden belliymiş...