ben

merhaba. burada üzerine iki çift laf et diye dürtüp duran kitaplar bazen de filmler hakkında yazıyorum. niyesi yok. bir çeşit not defteri işte. tutamadım kendimi, benim de edecek iki lafım var derseniz, salın kendinizi, ekleyin metnin orasına burasına. yok illa sana doğrudan yazacağım derseniz guhercile@gmail.com'a da yazabilirsiniz.

18 Mayıs 2011

Çığrından Çıkmış Zaman - Time Out of Joint

İlk baskı (1954)
Kitap bitti. Kapağını kapattım. Hemen başucumdaki okuma lambasını söndürdüm ve uykuya daldım. Tamam bu kitap da beni uykumdan etmişti etmesine de ama bazı kitaplar vardır ya, hani gözlerinizden uyku aksa da bir türlü devamını sonraya bırakamazsınız ya da nihayet kitaba kıyıp bitirirsiniz ve hemen akabinde aklınıza “vay be...”den daha mantıklı ve daha yerinde bir cümle gelmez, işte o kitaplardan da değildi Çığrından Çıkmış Zaman (CCZ) benim için.

Neyse ki her gecenin bir sabahı var (bir umut!). Şöyle bir dönüp bakınca aslında iyi bir kitabın zayıf bir çevirisini okuduğumu fark ettim. Boşu boşuna uyumadan önce okuduğum kitaplara yazık oluyor diye hayıflanıp durdum. Bunu söyleyebilmem beni rahatlatmadı, aksine kızdırdı. Daha önce adını duymadığım ama üzerinde Philip K. Dick adını görünce hemen aldığım bir kitabı sırf ben bu kitaptan haberdar değildim (hatta iyi bir kitap olsaydı ben kesin bilirdim! ) diye küçümseyip uykuya dalış kitabı olarak tükettim işte. Çağıma gayet uygun olarak. Oysa bu kitap daha önce ayıla bayıla okuduğum Mars’ta Zaman Kayması – Martian Time Slip kitabından veya Gökteki Göz – Eye in the Sky’dan, hatta Yüksek Şatodaki Adam – The Man in High Castle’dan geri kalmazdı sanki. --de eşeklik bende işte..

Bu blogu bir türlü şekillendiremedim kafamda. Hala buraya tam olarak ne yazacağımı bilmiyorum (en azından en başlarda bir süre yaptığım gibi izlediğim her filmi yazmayacağımı, daha doğrusu yazmak istemediğimi de biliyorum artık. Şimdilik sadece okuduklarım hakkında iki çiziktirme kararındayım). İşte buradan başladım ve 2011’in başından beri –ki bizim için aynı zamanda müthiş bir milattır- okuduklarımızın bendeki karşılıklarını yazacaktım ilk önce. Listemde sıra CCZ’ye gelmiş iken durdum. İlk hissettiğimi şeyin kızgınlık olduğunu fark ettim çünkü. Şaşırdım. CCZ için şu an hissettiğim şudur: hakkını vermediğim kitap!

PKD neden cyberpunk’ın babası sayılır ve neden onlarca ülkede yüzlerce fan club’ı vardır sorularına verilebilecek en güzel yanıtlardan biri de bu kitap olmalıdır aslında. Yine o çok beylik  olan ve mükemmel entelektüelin ilk lafını edelim: yine bir gerçeklik sorgulamasıyla karşı karşıyayız. Bittabi buna sorgulama diye biz diyoruz. “PKD yeni, başka, alternatif bir gerçeklik kuruyor” desek ve karşımızda ustanın kendisi olsa muhtemeldir ki “senin kurduğun ve inandığın gerçekliğin benim kurduğumdan daha gerçek olmasını sağlayan ne peki” derdi. İşin aslı usta’nın Marsta Zaman Kayması kitabında direttiği “kimin gerçekliği” sorusunu sormayı seviyoruz işte, aynı Kafka’nın Gregor Samsa’sını yad edip duruşumuzun nedeni de o. İşte CCZ’yi sevdiysek de aslında aynı nedenden sevdik.


Kitabın içeriğine dair bir şeyler demek de gerek belki de. Ragle Gumm hayatındaki tek meşgalesi bir günlük gazetenin her gün yayınladığı Küçük Yeşil Adam bir sonraki adımda nerede olacak? adlı yarışması olan işe yaramaz bir dayı. ABD’nin neresinde olduğu bilinmez küçük bir kasabada yaşayan ideal orta sınıf bir aileye mensup, biraz evde kalmış, biraz da asosyallikten muzdarip bir zatı muhterem. Aslında bir kahraman. Biz bilmesek de bazı şeyleri gören ama kelimelere dökemediği için gördüklerini yok hanesine kaydeden, tüm hayatını gazete yarışmasını sürekli olarak kazanıp durmasına borçlu olan bir kişi. İşte o Gumm’ın gözlerinin önünde bir meşrubat dolabı yok olur ve PKD usta konuşmaya başlar...

Bu kitap PKD’nin ilk kitaplarından biri. Şöyle diyelim: bu kitap PKD’nin gerçeklikler ve zamansallıklar ile uğraştığı kitaplar dizisinin ilklerinden. Ancak anlaşılan o ki PKD yazın hayatında anlatacakların asıl temelini bu kitapta atmıştır (bu konuda Yves Potin imzalı PKD’nin CCZ’sinde 4 gerçeklik seviyesi adlı harika bir makale buldum. Link burada. Üşenmezsen bir gün çevirip buraya koyarım). Sırf bu nedenle bu kitabı araya kötü çeviriler girmeden orijinal dilinde hem de uyanıkken okumak gerekiyor.

Kitabı anlatmak istiyorum ama bu çok yersiz olacağı için vazgeçiyorum. Yine de şunu söyleyeyim: kitabı okurken PKD’nin “gerçeklik siz inanmayı bıraktığınızda dahi gitmeyen şeydir” tanımını akılda tutmakta fayda var. Yoksa gerçeklikler arasında yitip gidilebilir alimallah. Kitap da bu tanım üzerine kurulu. Hatta diyelim ki bu kitap post-teorilere giriş kitabı olarak okutulmalıdır. Bu da bitirmeden evvel ki uyarı olsun da post’u duyunca post’u deldireceğini sanan sert abiler yanaşmasınlar PKD külliyatına. Şu da PKD’nin son sözü olsun: “kelime gerçeği temsil etmez; kelime gerçeğin ta kendisidir”. Hadi bakalım....

Yoldaş Pançuni

İşte tam bir antikomünist kitap! Bu kitabı arasanız tarasanız Odyan’ın zamanının Ermeni sosyalistlerine içeriden bir eleştiri yaptığını falan okuyacaksınız, külliyen yalan! Odyan hiç de sosyalistlerin yanında (arasında hiç!) olan bir adam değilmiş. Hatta bir yakınını sosyalistler mi öldürmüş neymiş de bu kitapla onlardan bir çeşit intikam almış. Kaynak için link burada… 

Amma velakin Odyan’ı siyasal ve kişisel geçmişiyle birlikte düşünüp Yoldaş Pançuni’yi okumak da çiğlik olacak. Ben şanslıydım; çünkü Yoldaş Pançuni’yi okumadan önce ilk paragrafta söylediklerimin hiçbirinden haberdar değildim -ama maalesef siz bu kitabı okuyacaksanız, size istemeden de olsa Odyan hakkında spoiler vermiş oldum. Kitap bir mizah (!) kitabı sayılabilir; kolay okunduğu da söylenebilir ama keyifli okudum dersem neyden keyif aldığımdan da bahsetmem gerekecek ki, istemiyorum.

Odyan önce Pançuni’nin kısa bir özgeçmişini veriyor. Sonra da Pançuni’nin parti merkezine yazdığı mektupları derleyerek öyküsünü kuruyor. Yöntem bu. Ama bunu yaparken aynı anlatım yöntemiyle yazılmış olan bu kitap ne Jose Saramago’nun Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş’u (As Intermitancias da Morte) kadar iyi kurgulanmış ne de kendisi de sıkı bir ultraliberal olan Mario Vargaz Llosa’nın Yüzbaşı ve Kadınlar Taburu (Pantaleon y Las Visitadoras) kadar mizahi. Ortada bir derdin olduğu kesin ve bu dert ilk bakışta sosyalizm düşmanlığı olarak değil de aptal sosyalistlere hasımlık olarak görünüyor. Ancak şu an bile sosyalizm davasına memur bir çok kişi için bu kitabın haklılığı su götürmezdir. Benim antikomünist demem kötü niyetimle, Odyan’ın kişisel kiniyle veya Pançuni’nin aptallıkları ile alakalı değil; sosyalistler için çok alıcı bir sorunla, yani ulusal sorun ile alakalı.

Siyaset ile haşır neşir olmaya başladığım zamanlarda ilk kez duymuştum Pançuni’nin adını. Fiil olarak Pançunileşmek formunda da kullanılıyordu, isimden isim türetilmiş haliyle Pançunilik formunda da. O zamanlar içinde bulunduğum siyasi yapıya hep Pançuni- vesilesi ile küfür edilip durulurdu. Pançunilik yapmak “ulusal davaya ihanet etmek” demekti. Yani tutup Kürt siyasetine “mesele sınıfsaldır; mücadele verecekseniz hadi bakalım başınızdaki feodal kalıntılarla, yani ağalarla, şeyhlerle, aşiret reisleriyle de mücadele edin Kürt emekçileri. Pek tabi ki Türk kardeşlerinizle birlikte” diye dışarıdan artist artist laf ederseniz, ondan sonra ağzınızla kuş tutsanız da  kaderiniz artık sizin ezen ulusun milliyetçileri ile eşitlenmeniz ve söylediklerinizin tek amacının Kürt ulusal mücadelesini bölmek olduğundan hareketle –iyi ihtimalle- ihmal edilmeniz ve ötelenmeniz olurdu. Çünkü mesele ezen ve ezilen sınıflar değil ezen ve ezilen uluslar, halklardır. Pançunilik yapmak, o ulus mücadelesini sınıf savaşı perspektifi ile parçalamaya çalışmak demektir; Pançunileşmek ise yeri geldiğinde objektif hainliğe delalettir, yeri geldiğinde olmayan (!) bir sınıf çatışkısını görmek ve olmayan çatışkıyı yaratmaya işarettir.     

Mesela Pançuni propaganda çalışması yapmak üzere bir Ermeni köyü olan Dzabılvar’a gittiğinde tüm ahalinin kendi halinde yaşayıp gittiğini görür ve hemen fitne yaratmaya girişir. Pançuni köyün diğer geri kalan ahalisinden iki fazla koyuna, dört fazla tavuğa sahip olan Res Serko’yu köyün kapitalist sınıfının yegane temsilcisi olarak, bir burjuva olarak tespit eder. Kapitalist sınıfının işbirlikçileri olmadan yapamayacağı gerçeğinden doğru köy kilisesinin papazını da işbirlikçi gerici sınıfın namzeti olarak mimler. Köyün delisini, kıçına tekme basılmış ırgatını, sağır bir nineyi ve haylaz bir çocuğu örgütleyerek işe girişir. Tek amaç sömürgen kapitalist sınıfa karşı amansız bir savaştır. Ama kapitalist sınıfın kendisiyle kavga etmeye yanaşmaması nedeniyle (!) sürekli sorun yaratır ve en sonunda köyün sınıf mücadelesi neticesinde Kürt eşkiyaların marifetiyle sonunu getirir. Gerisinde köylülerin cansız bedenlerini bırakıp kaçarken devrimin kansız olmayacağından emindir Pançuni. Çok mizahi di mi?

Pançuni sosyalizm davasına kafayı takmış görünen öz itibarıyla çıkarcı ve işe yaramaz adamın tekidir. Onun nezninde sınıf mücadelesinin ne kadar yanlış bir şey olduğunu görürüz. Mesela mevzu aynı dili konuşan, aynı kilisenin (veya caminin) cemaati olan, aynı düşmanla karşı karşıya olan fetüs formundaki bir ulus ise, sınıf mücadelesi bölücüdür. Odyan’a göre Pançuni arada sırada Türk askerleri ve Kürt eşkiyaları ile işbirliği yaparak da olsa sınıf savaşını yürütmeye çalışan inançlı ve inatçı bir haindir, çünkü yeni inşa edilen bir ulus içinde farklı sınıflar yoktur (aynı Türkiye Cumhuriyeti’nin de ayrıcalıklı zümreleri olmayan sınıfsız bir milletten müteşekkil bir ulus-devlet olması gibi). Bir ulus başka bir ulusun tehditi altındaysa, o ulus içerisindeki sınıf ayrımları varsa da gözardı edilmelidir (tehdit emperyalizmse, sömürgeleşmeyse veya işgalse öncelik vatan-milletin bekası). Ve son olarak, sosyalistler sırf gerçekte çok da mühim olmayan “toplumsal farklılıklar”ı yaratmak uğruna düşmanla işbirliği yapan, vatanını satmaya dünden razı olan hainlerdir (Komünistler Rusya’ya!). Pançuni o kadar alçaktır ki ezilen işçi sınıfını uyandırabilmek uğruna Kürt köylülere Ermeni kafilelerini katledip mallarına el koymalarını bile teklif eder!

Ulusal kurtuluş mücadelesi ile sınıf savaşı arasındaki gergin ilişki tabi ki bugün de devam ediyor. Mesela Kürt siyaseti sınıfsal görünmeye çalışmasına rağmen değildir, hatta sürekli olarak sınıf mücadelesi dışlanma eğilimindedir. Bu nedenle bazı aşiret reisleri, dini bütün muhteremler veya liberallerle her daim içli dışlı olmak zorunda kalır. Ana akım Kürt siyaseti açısından Kürtler Pançunilere izin veremezler. Mevzu ulusal varoluş mücadeleyken sınıf mücadelesine yer yoktur, hatta sınıfsal perspektif tehlikelidir. Bu mizah kitabında Odyan öyle bir hikaye anlatır ki  “Pançunigiller –yani sosyalistler- Ermeni halkı arasına nifak sokmasalardı belki de 1915 faciası yaşanmazdı” iddiası çok da temelsiz görünmez. Hadi bunu da geçtik, ama Odyan sağolsun, ulusalcılık ve milliyetçilik siyaseti varyeteleri ile sınıf siyaseti arasındaki ayrılığı ve aykırılığı yeniden hatırladık.

Kitabın benim için ilgi çekici yönlerinden biri, kitabın farkında olmadan bir iddiayı desteklemesidir. O iddia şudur: “1917 ekim devrimine kadar ‘iki düşman kardeşin’ yani rekabet halindeki anarşizm ile sosyalizmin siyasal arenadaki ağırlıkları birbirine yakındır”. Pançuni bir sosyalisttir ama referansları Marx’dan ziyade Bakunin ve Kropotkin’dir. Örneğin, Pançuni ve yoldaşları Surp Vartan manastırını ele geçirip ismini değiştirirler: Kropotkin manastırı. Öte yandan Pançuni amansız bir evlilik düşmanı ve özgür aşk savunucusudur. Eğitim düşmanıdır. İşçiler ve köylülerin yanısıra ilk olarak ayaktakımını (Bakunin’in lümpen proletaryasını) örgütlemeyi düşünür. İstanbul’da 31 Mart’a iştirak eden Ermenilerdense komşu köydeki Kürdü, Türkü ve Lazı tercih edecek kadar antimilliyetçidir. Özel mülkiyete saygısı yoktur. Ama kapitalizmin ekonomik çözümlemesine de ihtiyacı yoktur. Bir örgüt ve eylem fetişistidir –yanlış şekilde bu bir parti olsa da. Yani tam bir anarşisttir! Hatta onca kez sosyalizm derken bir kez bile devrim demez. O kadar anarşisttir!

[ara not: Anadoludaki ilk anarşist metin 19. yüzyıla girerken Ermenice olarak İzmir’de basılmıştı. Yani buralardaki anarşist gelenek, serüvenine Ermeni devrimcileriyle başlamıştır. Hadi bir şey daha söyleyeyim yeri gelmişken: Ermeni devrimci hareketi içerisinde etkili bir isim olan Aleksander Atabekyan bir anarşisttir ve aynı dönemde hem Anarşizmin önemli isimleriyle çalışırken hem de Osmanlının Ermenilere karşı giriştiği katliamlarla mücadele eder. Dönemin Ermeni anarşistleri –sosyalistleri- hiç de Oryan’ın anlattığı gibi hain değillerdir. Daha fazla bilgi için müraccat: artık yayınlanmayan ve eksikliği hala doldurulamayan Siyahi dergisinin 9. sayısındaki Cemal Selbuz’un Azatutyan Canaparhin Anarxistmi: Aleksander Atabekyan adlı makalesinde]

Kitabı okuyup da Pançuni’yi sevmek mümkün değil çünkü kendisi tam bir aptal olarak resmedilmiş (yani Train de Vie’deki Komünist Yossi ile hiçbir alakası yok). Lakin tüm bu aptallığı içinde dahi Pançuni'yi Odyan’dan daha tutarlı görünüyor. Ama tutarlılık gerçek bir politik zeminde çok da bir şey ifade etmiyor maalesef. Tamam ulusal zeminde siyaseti sevmiyoruz ve de onaylamıyoruz, eyvallah da, en sonunda bu konu hakkında söyleyeceklerimiz de Pançuni’den öte gitmiyor işte: “no war between nations, no peace between classes”. (uluslar arasında savaşa, sınıflar arasında barışa hayır". Buna aptallık diyen desin, bizim de onlara diyecek iki çift lafımız var elbet…

4 Mayıs 2011

Kral Fare - King Rat



Küçükken arada sırada uğramak zorunda olduğumuz bir akrabamızın benimle aynı yaşta olan bir oğlu vardı. Bu çocuğun böyle çeşit çeşit masal kitapları vardı. Kapağı açılınca rengârenk sayfalarla karşılaşırdınız, hatta kimisi 3D formatına bürünürdü bu sayfaların. Ne özenirdim o çocuğa, ne severdim o kitapları. Hem büyük, renkli, “kaygan kağıtlı”, kimisi 3 boyutlu idi hem de bunlar benim pek haberdar olmadığım masalları anlatırlardı.

Sürekli olarak küçükken kitaplarla ilişkimin hep sınırlı kaldığını düşünürdüm ama şimdi dönüp bakıyorum da o kadar da uzak değilmişim kitaplara aslında. Mesela sürekli olarak ilçe kütüphanesinin üye kartını taşırdım ben. Bir sürü şey hatırlıyorum o kütüphaneden…

O bizim öğrencilik dönemlerimizde dönem ödevi hazırlamak şartı vardı. Hem de her dersten. Eğer 8-10 arası alırsanız o ödevden karneye düşecek olan notunuz 1 artardı, yok eğer 6’dan aşağı geldiyse o not, o zaman 1 eksik düşerdi karneye. Ben not artışına aldırmayan, daha doğrusu buna pek ihtiyaç duymayan bir öğrenciydim. Sanırım kimince inek vasfında, kimince ukala vasfındaydım.  Ama yine de kütüphaneye üyeliğim aslında bu ödevlerin üstesinden gelebilmek için ihtiyaç duyduğum Ana Britannica ve Meydan Laorusse ciltlerine erişim içindi. Dönem, henüz ansiklopedilerin 60 kupona verildiği dönem değil, fasikül fasikül gazete bayilerinden satın alındığı ama seri tamamlandıktan sonra dahi nedense o fasiküllerin bir türlü ciltlettirilmediği dönemdi. Bir dönem sonra vitrinlerde yer kalmayınca annelerin yeter artık ben Arcopal yemek takımı istiyorum diye isyan ettikleri dönem başlamıştı ki Allah’tan o dönemde orta öğretim öğrencilerinin dönem ödevi hazırlama yükümlülükleri kalkmıştı hatta bizler kredili sistem sağ olsun 2,5 senede liseyi bitirmeye hazırlanıyorduk. Pardon, zaman çizelgemde hayli ileri gittim, şimdi dönelim geri…

En başta, ilkokul öğrencisiyken öğretmen götürürdü zorla. Hatta ödevlerimizi orada yapmamızı isterdi. Her öğrenci gibi biz de öğretmenin dediğini yapmamak için inatlaşırdık tabi. Ve o kütüphane salonlarında kaytarmak için tek seçenek vardı, o da oradaki öykü ve masal kitaplarıydı. Düşünüyorum da dönemin kütüphane müdürü haddinden fazla milliyetçi biri olsa gerek ki oradan sadece Nasreddin Hoca, Keloğlan ve bilumum Dede Korkut kitabı hatırlıyorum. Sanki bütün La Fontaine’leri hep başka yerlerden okumuşum. İşte o akraba çocuğunun kitapları ondan da hoşuma giderdi. Tamam Pamuk Prenses ve 7 Cüceler’i, Kırmızı Başlıklı Kız’ı, Cinderella’yı, Bremen Mızıkacıları’nı, Pinokyo’yu veya Yalancı Çoban’ı biliyordum ama onda Rapunzel vardı, Hansel ve Gratel vardı, Uyuyan Güzel, Kurbağa Prens, Kırmızı Çizmeli Kedi, Kurşun Asker vardı. Tabi ki bir de Fareli Köyün Kavalcısı*.  

Bu saydıklarımın birçoğunu öyle ya da böyle hatırlıyordum ama Fareli Köyün Kavalcısı’nı (FKK) hatırlamıyordum hiç. Okuduğumu biliyorum ama bende hiçbir karşılığı yokmuş demek ki. Ama hiç de bil(e)mezdim kendimi çocuk sahibi olmaya hazırladığım bir dönemde bu masalı tekrar hatırlayacağımı. China Mieville sağolsun.

Vakti zamanında okumayı çok seven ve düzen çarklarına girmeyi şiddetle reddeden, bir dönem mutlaka beline kadar saçlarını uzatmış her genç gibi biz de bir yayınevi kurmayı tasarlıyorduk. Sabahlara kadar sontilkiyle birlikte kitap taramış, hatta ülke dışındaki yayınevlerine mailler atıp kitap bile istemiştik. Yolladığımız o arzulu ve coşkulu maillere kanan kimi yayınevleri (AK Press bunlardan biriydi) bize kitap göndermişlerdi. İşte istediğimiz kitaplardan biri de China Mieville’nin Merdido Street Station’u idi. Okuma görevi sontilki’nindi. Kitap, hazretlerinden olumlu görüş almıştı da basma kararı almıştık, diye hatırlıyorum. Para bulamadık tabi ki. Kaldı. Kahrolsun kapitalizm!

Yordam gibi bilinen ve sağlam kitaplar basan bir yayınevinin cyberpunk, gotik punk veya urban dark fantasy gibi bir alana girmesine ve seriye China Mieville (CM) ile başlamasıyla şok olduk ve sevindik. Hatta tüm kıskançlığımızı takınıp, o adamı ilk önce biz bulmuştuk, dedik, “Mieville sıkı bir Troçkist – Marksist ya, Yordam ondan basıyordur o kitabı” diyerek bok bile attık. Çatladık, resmen çatladık. En sonunda kendimize bi geldik de rahatladık, keyiflendik. Kitapçı raflarında görür görmez hemen aldık da okuduk.

İşin aslına bakılırsa Kral Fare’nin FKK ile ilgili olduğunu kitabı okumaya başlamadan önce bilmiyordum (CM ismini görünce kitabın arka sayfasını bile okumamışım anlaşılan). Hatta okumaya başladıktan sonra da bir süre “çok tanıdık” deyip durdum. Kitabın yükselip de tavan yaptığı yerlerin birinde Kavalcı kavalına üflemeye başlayınca milyon tane farenin onun peşine düştüğünü ve Londra’nın göbeğinde kendilerini Thames nehrine bırakıp telef oldukları anlatıldı da anca o zaman aydım.  O ana dek kitabı ilk okuduğum yazarın keyifli bir kitabı olarak okuyordum, ondan sonra kitabı bir masal cover’ı olarak okumaya başladım, ki bu büyük bir hataymış.

Kral Fare’ye bir masalın (hadi bir efsanenin diyelim) urban dark fantasy olarak uyarlanmış hali demek ziyadesiyle mümkün. Ama kitabı sadece buradan okumak CM’nin karanlık fantezilerini küçümsemek anlamına gelmesin. Kral Fare bana fazlasıyla Neil Gaiman’ın YokYer’ini hatırlattı; ancak Gaiman bir masal yaratırken CM bir masalı gayet soğukkanlı bir gerilime çevirmeye çalışıyor. Bunu başarıyor da! Kitabın bazı bölümlerinde, mesela ….’n Londra metrosunun karanlık tünellerinde kanlı bir pelte gibi patlayışı veya güzelim Natasha’nın şuursuz halde Kavalcı’nın esiri haline gelişi gibi, ben cidden ürperdim. Tabi ki kitabın asıl zirvesinden bahsetmiyorum bile…

Kitabı okurken en büyük keşke’m “keşke elektronik müziğe biraz daha aşina olsaydım” oldu. CM’nin anlatımında genelde müzik özelde ritim o kadar önemli bir yere oturuyor ki Kavalcı sadece sihirli bir kaval çalan bir adamdan ziyade müzik ve ritim dehası acımasız bir katil olarak konumlanıyor. Ritmi öyle bir kullanıyor ki Kavalcı, CM bu sayede romanın zirve noktasında, bir katliam ortamında, zaman akışını istediği gibi eğip büküp elektronik müzikli, az ışıklı bol kanlı orgy formunda bir dans-seks partisi kurgulayabiliyor. CM öyle bir Kavalcı yaratmış ki sanki sadece o sayede Kral Fare’yi yaratmış gibi olmuş. Bu Kavalcı’yı bu kadar önemli kılan şey ise CM’nin onun anlatma becerisi değil kuşkusuz. Hatta CM Kavalcı’yı hiç Kavalcı’dan doğru anlatmamış bile; asıl kahramanımız Saul’un hissettikleri üzerinden biliyoruz Kavalcı’yı, onun ne kadar kötü olduğunu. Lakin Kavalcı’nın kötülüğü ne bileyim salt kötülük olan İskeletor veya Ali Cengiz gibi değil de daha çok Dark Night’taki Joker’in kötülüğü gibi. Biraz mahkum kalınmış bir kötülük. CM romanın herhangi bir yerinde herhangi birine kötü yakıştırmasını yapmıyor. Kötülük gibi görünen şeyin arkasında tüm kötülüklerin anası var yine: iktidar. Kavalcıyı, Farelerin Kralı’nı, Anansi’yi ve Saul’u karşı karşıya getiren şey iktidar savaşından öte bir şey değil aslında. Ama…


Anlatımı keyifli (bu açıdan çeviriye de güzel demek lazım tabi) ama çok da derin olmayan bir kitap Kral Fare. Ancak romandaki karakterler sağlamlar ve gerçekten kişilikliler. YokYer’de şikâyet edip durduğum hissiz ve neden öyle yaptığı kestirilemeyen karakterler yerine neyi neden yaptığını bilen ve ne hissettiklerini anladığımız kişilerle karşılaşmak gerçekten güzeldi. Ama bu karakterli karakterler Kral Fare’yi iyi bir kitap yapmaya yetiyor mu şüpheliyim. Okunurken keyif alınan ama okunduktan sonra pek izi kalmayan kitaplar arasında düşünmek daha yerinde olur Kral Fare’yi. Ama bu karakterli karakterler ve anlatım becerisi CM’yi kesinlikle okunup takip edilesi bir yazar haline getiriyor. Umuyorum ki Yordam verdiği sözü tutar da CM’nin diğer tüm eserlerini çevirip basmaya devam eder (hatırlatma: bakmayın siz bu konuyu şimdi girdiğime, kitap …’da çıktı, ben de .. da okudum).

İşte Yordam’a iki soru: (1) Yeni kitap ne zaman gelecek? Ve (2) Neden China Mieville serisine bu kitapla başladık?


* Fareli Köyün Kavalcısı nasıl çocuk masalı olmuş anlamadım ben. Hadi bizim nesil zaten Clementine’lerle büyüdü de şimdi de çocuk kitapları raflarında bulmak mümkün bu masalı.  Öykünün aslı bir efsaneye dayanıyor: Pied Piper of Hamelin. “Orta Çağ’da Almanya’da Hamelin diye bir kent varmış. Ahali kenti istila eden sıçanlardan pek muzdaripmiş. Bir gün kente alacalı kıyafetleri içinde bir Kavalcı gelmiş. Demiş ki, sıçanlardan sizi kurtarırım ama paranızı da alırım. Ahali bu öneriyi kabul edince başlamış kavalından bir şeyler çalmaya. Sıçanlar büyülenmiş gibi düşmüş ardına. Kavalcı da gitmiş hepsini Weser nehrine dökmüş, katletmiş. Sonra parasını istemiş, vermemişler, üstüne üstük bi de aşağılayıp kovmuşlar Kavalcı’yı. Gel zaman git zaman ahali bir gün kilisedeyken Kavalcı intikam için geri dönmüş, başlamış kavalını çalmaya. Bu kez köyden 131 çocuk büyülenmiş de düşmüş kavalcının peşine. Kavalcı çocukları almış da gitmiş. Hatta tek çocuk kurtulmuş, çünkü o topalmış”  Bu nasıl masal haline getirilmiş ki? Şimdi gidip bir kitapçıdan almak lazım…