ben

merhaba. burada üzerine iki çift laf et diye dürtüp duran kitaplar bazen de filmler hakkında yazıyorum. niyesi yok. bir çeşit not defteri işte. tutamadım kendimi, benim de edecek iki lafım var derseniz, salın kendinizi, ekleyin metnin orasına burasına. yok illa sana doğrudan yazacağım derseniz guhercile@gmail.com'a da yazabilirsiniz.

9 Aralık 2011

Göçmüş Kediler Bahçesi

Öyle öyküyü çok seven biri değilim. Bilip tanıdığım yazarların kitaplarını biraz gözü kapalı alırım. Bazen bir yazarın roman sanıp bir kitabını alırım, öykü kitabı çıkar.  Yine de denerim okumayı, çoğunlukla zevk almam. Hem kendimi roman okumaya hazırlamış olduğumdan hem de anlatılan hikayenin tadı damağımda kaldığından birazcık da hayal kırıklığı yaşarım. Şiirden de pek hazzetmem, doğru; Ama inat edip de şiir kitaplarını elimden düşürmediğim de olmuştur. ‘Bu kadar kişi peşindeyken ben sevmiyorsam bende vardır bir şey’ diye. Sonunda kabul ettim kendi çapında bir öküz olduğumu da vazgeçtim artık şiir okumayı denmekten.  Etrafımda çok öykü düşkünü arkadaşım yoktu maalesef. Şiire vakfettiğim emeği öyküye göstermedim hiç. Keşke ilk okumaya başladığım dönemde birileri elime edebiyat dergilerini zorla tutuştursaydı. Aynı zorla elime siyasi dergileri tutuşturdukları gibi.

Aslında bir tür olarak öyküyü bilmiyor da değilim. Ben liseden kredili sistem sayesinde 2.5 (yazıyla iki buçuk) senede mezun olan şanslı azınlıktan biriydim. Her dönem mutlaka bir ders listeme girerdi: Edebi Metinler dersi. Milli eğitime duacı olacağım tek ders de budur aslında --bir de din hocasının girdiği felsefe dersi. Tüm metinler Türk edebiyatındandı. Haftada 6 saat biz bunları okur üzerine konuşurduk. Fen-Matematik branşı mezunları harıl harıl geometri soruları çözerken ve bilumum fizik formülü ezberlerlerken biz Memduh Şevket Esendal okuyorduk. Bu dönemi öykü okuduğum dönem olarak saymıyorum tabi ki. Önemli olanın ‘okumak’tan kastın ne olduğu. O nedenle hiç öykü okumadım diyorum ya.

Dönelim. Bilge Karasu’nun Göçmüş Kediler Bahçesi kitabını 1998’de almışız. Neden aldığımızı hatırlamaya çalışınca aklıma iki şey geliyor: kuzenimin kedili kitap okuma alışkanlığının bana da bulaşmış olması ve Bilge Karasu’nun isminin o sıralar okuyup durduğumuz Bilgesu Erenus’un ismi ile çok benzeşmesi. Pek tabi duymuştuk Bilge Karasu’nun kim olduğunu ama tanımıyorduk işte. Kitabı alır almaz okumaya başladım. İki üç deneme sonrasında bıraktım. Bu kendine has kitabı öyle haldır huldur okuyamadım işte. Hatta buna o kadar bozulmuştum ki bir daha öykü kitabı al(a)madım elime. Tomris Uyar’ı bile pas geçtim, düşünün!

Okunacak onca kitap beni beklerken kitaplığın raflarından Göçmüş Kediler Bahçesi bir daha göz kırptı bana. Üzerinden 13 sene geçtikten sonra. Hadi bismillah deyip başladım kitaba. Artık acelem yok ya yavaş yavaş, sindire sindire okudum. Keyfini çıkarta çıkarta! Yıllarca bekleyip durmasının bir hikmeti varmış meğer. Büyük keyif! İşte edebiyat! İşte öykü! Artık kendime bir kitabı farklı dönemlerde okumanın farklı okumalar olduğunu ispatlamış durumdayım. Aferin bana, hayatımın bir yerlerinde iki adım öne atabilmişim demek ki.

Göçmüş Kediler Bahçesi ana hikaye arasına serpiştirilmiş 11+1 masaldan oluşuyor. Her biri bağımsız görünüyor, ama değiller. Doğrusu, kurgu olarak bağımsız olsalar da derinlikli bir okumayla bir derdin ifadesi oldukları görünüyor. Neyse ki bu blogda, “kitaptan ne anladınız” gibi bir bölüm yok. İyi ki yok. Bütün ukalalığımla diyebilirim ki Bilge Karasu demek şunu demek istedi de sen ne anladın, o senin birikimine, yaşanmışlığına kalmış işte. Şunu deyip geçeyim: farklı okuma düzeylerine imkan veren çok keyifli bir öykü kitabı Göçmüş Kediler Bahçesi.

(Daha analitik bir çözümleme için şu kaynağa bakabilirsiniz: turkoloji.cu.edu/...  . Ama şimdiden söyleyeyim harika bir çözümleme olduğu için eklemedim bu linki buraya. Bir metni bu kadar kurcalamak iyidir belki de bu kadar analitik bir takibin nesnesi haline getirmek de biraz zıvanadan çıkartmaktır herhalde. İş metnin kendisi olunca böyle oluyor demek ki. O halde dua edelim hep birlikte: iyi ki edebiyatçı! değiliz. Şükür)

Bir cümleyi, bir paragrafı defalarca okuduğum oldu. Anlamadığımdan değil, bir daha okumak istediğimden. Güzel düşünülmüş, süzülmüş, fazla tek kelime olmadan edilmiş cümleler. Bir bakın Allah aşkına:

“"Adamın biri bir deniz balığı tutmuş günün birinde, o kadar sevmiş ki yanında hep kalsın istemiş. Her gün suyunu tazelermiş, denizden kova kova çekip taşıyarak. Bir süre sonra usanmış deniz suyu taşımaktan, musluk suyunu denemiş. Balık biraz tedirgin olmuş ama alışmış sonunda tatlı suya. Gel zaman git zaman adamın içinde bir merak olmuş, tatlı suya alışan balık havaya da alışır mı diye... Balık önce boğulayazmış, debelenmiş, sonunda havaya da alışmış. Günlerden bir gün adamın denize gideceği tutmuş. Balığı da yanında. Koymuş onu çakıllığın gölgeli bir köşesine, kendi de denize girmiş. Çocuklar geçiyormuş oradan o ara. Balığı görmüşler. Nasılsa, acımışlar, bu balık karaya vurmuş, yazık, denize atalım, demişler. Adam deliler gibi yüzüp yetişesiye balık boğuluvermiş denizde."

Okurken bazı kelimeleri de uydurmuş diye düşünmedim de değil. Hatta bazılarından o kadar şüphelendim ki TDK’dan baktım, bulamadım. Büyük bir ustalıkla kullanılmış o kelimeler tanıdık geliyorlar ama tanıştırılmamışsınız işte. Tanışın, pek mutlu olacaksınız.

Masallar arasında en beğendiklerim Geceden Geceye Arabayı Kaçıran Adam, Yağmurlu Kentin Güneşçisi, Dehlizde Giden Adam, İncitme Beni (en çok sevdiğim),  Alsamender ve Bir Başka Tepe oldu. Sanırım varlık (veya yokluk) için verilen mücadeleyi seviyormuşum ben. Bkz: linkteki yazı.

Bu kadar bekledim diye üzülmüyorum Bilge Karasu okumak için. İyi ki şimdi okumuşum da iyi ki bu kadar keyif almışım. Yavaş yavaş, sindire sindire okunmalıymış. Koşturup dururken ara verip, kafayı kaldırıp, nefeslenmek gerekiyormuş. Özlemişim.