ben

merhaba. burada üzerine iki çift laf et diye dürtüp duran kitaplar bazen de filmler hakkında yazıyorum. niyesi yok. bir çeşit not defteri işte. tutamadım kendimi, benim de edecek iki lafım var derseniz, salın kendinizi, ekleyin metnin orasına burasına. yok illa sana doğrudan yazacağım derseniz guhercile@gmail.com'a da yazabilirsiniz.

23 Aralık 2010

çoğunluk

Bir babayla oğlu ormanlık bir alanda haftasonu koşularını yapıp eve girerler. Evde temizlikçi kadın koridoru süpürmektedir. Baba odasına girip “temizlikçiye işin daha bitmedi mi senin” diye bağırır; oğlu da geri kalmaz, önce süpürgeyi prizinden çıkarır, biz tam bunun küçük çocuğun çocukça şakası olduğunu düşünürken odasından uzanıp kadına tekme atar. Ve film başlar: Çoğunluk!



Yerli sinemamızın son zamanlarda en çok üzerine konuşulan filmi bu sene Çoğunluk’muş. Mumbai’den Toronto’ya, Venedik’ten Altın Portakal’a birçok yerden ödül de almış. Vicdan’ı izleyip günlerce “el vicdan yahu, bu film neden çekilir? çekildiyse de neden izlenir?” diye ortada dolandıktan sonra tüm suçu bu filme dolaylı ödüller veren Altın Portakal Film Festivaline yüklemiş ve bu festivalin ödül verdiği filmleri sinema salonlarında izlememe yönünde ilkesel bir karar almış idim. Amma velakin Çoğunluk’un ödül aldığından bihaber olmam ve filmin de 16. Gezici Festival’in Ankara ayağında gösterilmesi nedeniyle şeytana uydum da gittim. Tabi bunda Radikal Hayat’ta gördüğümüz “umut vaadeden genç yönetmenler” listesini özenle koparıp mutfak kombisinin üzerine asmamızın da etkisi vardı; zira bu yönetmen de o isimler arasındaydı ve gösterim tarihi yaklaştıkça Facebook sayfasındaki arkadaşların sabırsızlıklarını her fırsatta deklare edişleri de gaza getirdi tabi.


En başta şunu söyleyelim. Yeni Sinemacılar adı verilen grup birçok kişinin sandığı gibi yeni ve genç toplumsal gerçekçi sinemacıların oluşturduğu bir grup değil. Bildiğiniz bir yapım şirketi! Adı yeni sinemacılar. Ben de ilk görünce ne bileyim üç hececiler beş hececiler gibi bir sinema akımı sanmıştım. Hatta filmin extra gerçekçiliğine gerekçe olarak öyle de söylenmişti bana (!). Efendim bu şirket güzel yapımlara imza atmış: Gemide, Laleli’de Bir Azize, Dar Alanda Kısa Paslaşmalar, Maruf, Takva gibi... Yani bu filmi bu Yeni Sinemacılar üzerinden değerlendiremeyeceğimiz çok açık. Ama YS’nin işe yarar işler yaptıkları ve bu sayede iyi bir köşeyi tuttukları kesin.

Herhangi bir yapıtı (ve yapımı) ona verilen isim üzerinden okursunuz. Tüm düşünsel serüvenimizi sarıp sarmalayan bir diyalektik var ya, hani düalist olanından, hatta olabildiğince modernist olanından, o sayede bu filmi de azınlıkları arayarak da okuyabilirsiniz.  Hatta böyle yapmak bu film için özellikle elzem de oluyor. Zira yönetmen ve senaristine göre (Seren Yüce) bu film asıl olarak Orta sınıfı, yani çoğunluğu, yani ezen sınıfı, hatta üretimi ve tüketimi belirleyen ve düzenleyen, ve böylelikle yaşama şekil veren bir toplamı anlatıyor. O yüzden de politik bir lafı olmayan (!) politik bir film*.

Güya çok gerçekçi olarak önümüze sunulan ve böylelikle seyirciye ayna tutarak afallatmayı hedefleyen bir film olması hedeflemiş Çoğunluk. Ama kavram karmaşasını kendi içinde çözememekten doğan bir çok karmaşa var filmde. Mesela orta sınıftan ne anlıyorsunuz kardeşim? Sosyolojik bir kategori mi? Ne bileyim Sencer Ayata’nın inatla formüle etmeye çalıştığı gibi Weberian Giddensçı bir kategori mi? Yoksa sınıfsal bir kategori mi? Hani emekçi değil ama sermayedar da değil, biraz küçük burjuvamsı falan? Her şey bir yana da bu sayılanları, yani ezen sınıf, orta sınıf ve çoğunluğu üçer üçer bir araya toplarsak ne demek olur bu? Ezen sınıf mı çoğunluk? (ezilenler azınlık mı?) Orta sınıf mı çoğunluk? (alt sınıflar azınlık yani?) Orta sınıf mı ezen sınıf? Seren Yüce birkaç yerde filmde çoğunluk derken asıl olarak çoğunluğun zihniyetinden dem vurduğunu söylemiş. Bak buna eyvallah. Ama mega gerçekçi filminde bir yerde orta sınıf ötekinde ezen sınıf bir yandan çoğunluk zihniyeti dersen kendi kafanın karmaşıklığını aynaymış gibi millete göstermekten gocunmazsın tabi. 


Seren Yüce’nin kafasındaki orta sınıf nedir bilmiyorum ama Mertkan’ın babası orta sınıf falan değil. Üretim araçlarına sahip olan, emrinde işçileri olan adam neden burjuva olmuyor da kendinden menkul ‘orta sınıf’ oluyor. “İşte Bilkent arkeolojide gönül eğlendirmiş bir yönetmenin sınıftan anladığı bu kadar” mı diyelim yani?. Mertkan’ın babası (Settar Tanrıöğen) filmin en başında koştuğu ormanlık alanı yeni Ataşehir yapmaya muktedir bir inşaat firmasının sahibiyken burjuva sayılmıyor. Neden? Onca parasına rağmen Bahçelievler’de olsa dahi boktan bir memur evinde oturmaya devam edecek kadar estetik yoksunu bir taşralı olduğu için mi? 4x4 araba kullandıkları halde giyinmeyi bilmeyip asıl olarak altsınıftan olan apaçiler gibi göründükleri için mi? Akşam habire televizyonda Şansal’la Erman’ı izleyecek kadar sıradan oldukları için mi? Sıkıcı ve boş oldukları için mi? Yoksa çok erkek ve hatta o tukaka çoğunluğun tüm gündelik hayat faşizmini taşıdığı için mi burjuva olamıyorlar? 


Neyse film o kadar gerçek görünme derdinde ki habire kendisini ispatlamaya çalışıyor. Evet Çoğunluk! Anlatım ise çoğunluğu azınlık ile karşılaştırıp anlatmaya mahkum olacak kadar zayıf! Filmimizin asıl kahramanı Mertkan (Bartu Küçükçağlayan) babasından nefret ediyor, ondan korkuyor ama yine de ona dönüşmeye benziyor. Ait olduğu sınıfın bilincini bu ‘sosyalleşme’ sürecinde kazanıyor. Bu süreç içerisinde kendisine etkiyen gündelik hayat faşizmini yavaş yavaş içselleştiriyor ve sınıfının parlak bir üyesi haline dönüşüyor. Bunda bir sorun var mı? Yok. Ta ki bu gündelik hayat faşizmini olabildiğince bir şeye odaklanmadan sıkıcı yaşamlarımıza ayna tutmak vasıtasıyla bize göstermeyi hedef edinmiş yönetmenimizin anlatım tarzına kadar. 


Mertkan cinselliğe aç bir çocuk. Gül ise cinselliğe aç bir orta sınıf mensubuna aç olan bir Kürt kızı. Bak şimdi Kürt girdi filme. Oradan anlatırız bir çoğunluğu. Babası kızın Vanlı olduğunu öğrenince “davul bile dengi dengine. Bırak o kızı oğlu. Bunların alayı bölücü” der oğluna. Mertkan hemen bırakamaz tabi kızı. Çünkü o sırada kıza çakmaktadır! En son babasının bir uyarısından sonra kızdan ayrılır ve arkadaşlarının yanına 80lerden kalma bir diskoya gider (güzel bir mekana gitmeyi bilmedikleri için altlarında 4x4 araba olsa da burjuva değil orta sınıflardır bunlar). Der ki “olum dediğin gibi yaptım. Çaktım kıza, siktir ettim sonra”. Arkadaşı yanıt verir “heralde olum. Çingeneyi sikecen sikecen bırakacan”! Ne anladık şimdi? Orta sınıfımız Kürtlere önyargılıdır, onlara düşmandır, ırkçıdır ve onları çingene ile ayırt edemez. Zaten filmde Kürt kelimesi geçmez, doğuludur onlar. Zira orta sınıfımız Kürt’ü kabul etmez. (Harbiden ya Kürtlere çingene denildiğini kim söylemiş Yüce’ye?)


Bu Gül (Esme Madra) de Marmara Sosyoloji’de okuyan bir kızdır. Ailesi liseye kadar okumasına izin verse de üniversiteye İstanbul’a gitmesine izin vermez. O da kaçak kaçak okur. Peşinde de çok da yakın olmayan bir akrabası vardır. Yakalayıp memleketine geri götürmek istemektedir kızı. Çoğunluğun karşısındaki azınlıktan bakınca da işler çok parlak değil. Bak azınlıktaki Kürtler de feodaller, geri kafalılar ve ahmaklar. Ahmaklar çünkü her ne kadar Marmara Sosyoloji okusa da, kitap okumayı sevse de vs. çalıştığı yere takılan Mertkan’a gönül düşürür. Belki de ona kapağı atmaya niyetlenmiştir, kimbilir. İlk kez evine gittiklerinde -filmin deyimiyle- Mertkan’a verir. (Pardon, ilkinde olmaz çünkü cinselliğe aç ama cinselliği bilmeyen Mertkan daha soyunmadan boşalır da halvet olamazlar). Peşindeki tüm feodaliteye rağmen verir işte. O kadar aptaldır ki bu Gül müteahhitin ne olduğunu bilmez gibi tutar Mertkan’a hediye diye Mimarlık Tarihi kitabı alır, “artık inşaat yaparken buna bakarsın” diye!  Kendisinde gram politiklik yoktur. Eyvallah. Tüm Kürtler politiktir veya Kürtlerden aptal çıkmaz gibi bir ön kabulüm yok ama ana derdini azınlık karşısındaki tutumu ile anlatmaya çalışan bir film de az buçuk bunu gözetmek durumunda değil mi? Ya da film onu söylüyor! Yani o güya çok eleştirdiği gündelik faşizmin peşine kendisi de aynı önyargılarla takılmış gidiyor.

Hmm başladık şimdi. Kürtler’i ilk azınlık grubu olarak tespit ettik. İkincisi de alt sınıflar olsun. Hani filmin başında tekmeyi yiyen temizlikçi kadın sonradan yine görünür filmde. Mertkan için kadın kokuyordur (çok Amerikan olmuş). Bu kokan kadın inatla Mertkan’ı sever, bağrına basmak ister. Tekmeyi yese de! Yani film bir kez daha tecavüzcüsüne aşık olan maktul klişesini yineler. Film bir yerde Mertkan’ın sınıfının değerlerini özümseme sürecini gösteriyor olsa da ilk sahneden anlarız ki daha bir karışlık veletken Mertkan kadını tekmeleyerek o aşşağılık sınıfa nefretini gösterebilmektedir. O aşağılık sınıfın ezilmişliğini gösterebilmek için film onların bu düzen içerisinde zaten maaş karşılığında sömürülmelerini yeterli görmez, bir de tekme gerekir! Mertkan can sıkıntısından Kürt amelelere gider ve ördükleri duvarı yıkıp yeniden örmelerini ister. Oysa gerçekte sınıfsal konumundan doğru Mertkan’ın o amelelerin onu kıçından kan gelene kadar döveceklerini bilmesi gerekirdi. Hele ki Mertkan’ın bir taksiciyle (Erkan Can) muhabbeti var ki dillere destan. (İşte sınıfsal açıdan ‘orta sınıf’ olan o, küçük burjuva, taksici. En kaba haliyle taksisi, üretim aracı var ve kendi emeğiyle geçiniyor) 


Bir de yeter artık fakiri göstermek için divanda ödevini yapmaya çalışan selpakçı kız klişesi!


Üçüncü azınlık grubunun kaynağı cinsiyet, doğrusu toplumsal cinsiyet. Burada ne diyeceğini biraz sapıtmış film. Mesela Mertkan’ın annesi (Nihal Koldaş) mutsuzluğunun farkındadır ama neden mutsuz olduğunun da az çok farkındadır. Yani kadınlara has bir sezgisellikle işlerin yolunda gitmediğini ‘hisseder’. (Ben değil Seren Yüce söylemiş böyle). Yani orta sınıfın kadını da olsa kadın sezgisel ve duygusaldır. Arada ‘nasıl böyle duygusuz erkeklerin arasında kaldım ben’ diye serzeniş eder, bazen de oğlunun aslında neyi istediğini bilmemesine kederlenir. Mesela orta sınıf erkeklerinden farklı olarak aşşağı sınıfın kadınına insanmış gibi (!) yaklaşır. Mutfağında ağırlar, çay içer beraber, dertleşir. Ne de olsa kadındır. Mesela temizlikçi kadının kocası yok yere onu döver –ama orta sınıf kadını pek dayakla haşır neşir değildir anlaşılan. Bizim bazı kazma feministlerimizin de savunduğu üzere, kadın özü itibarıyla daha has duyguların insanıdır ve daha insanidir! Tabi ki Çoğunluk toplumsal cinsiyeti hedefe koyduysa başka bir azınlık grubu es geçemeyecektir. Mertkan ve diğer apaçi görünümlü abaza arkadaşları diskodan o gece götürecek kız çıkartamayınca dışarıya çıkarlar. Karşılarına bir travesti (transseksüel?) çıkar ve grup indiriminden yararlanarak otele giderler. Es geçmek olur mu?


İşte o disko gecesinde Mertkan alkollü araba kullanırken polise ehliyetini kaptırır. Babası hatırlı kişileri araya sokar ve kaza raporundan alkollü olduğu tespiti çıkarttırılır. Bunun için eli kolu her yere uzanan militarist bir ahbap esnaf gerekir. İşte o halıcı sürekli olarak askerlikten dem vurur. Mertkan’a “git askere komando ol, vatan borcu namus borcu” der. Tamam halıcı amcanın bakışından çok sıkı bir milliyetçi olduğunu anlarız. Hatta kafayı takmıştır bu meseleye de. İşte çoğunluğun militarizm’i de burada sahnelenir.  Babası Mertkan’ı kenara çekip “açıköğretim de okul muymuş, git vatanına borcunu öde. Benim görevimdi senin de görevin. Bu borçtan kaçılmaz” yollu nasihat verir. Oysa ki orta sınıf böylesi ucuz bir milliyetçi söylemi sahiplenmektense milliyetçiliği daha altındaki sınıflara yükleyerek geçinir gider (Tabi ki filmdeki orta sınıf!). Ne zaman görülmüştür bir inşaat firması sahibinin oğlunun şehit olduğu? Babanın oğluna “git şu askerlik belasından kurtul da işin başına geç demesi” daha mümkündür oysa. Ama film alt sınıf yerine orta sınıfa dayandığı için bu militarist söylemi de bu aileye yüklemek durumunda kalmıştır. Tamam orta sınıf da militaristtir ama bunun maduru genelde kendileri değildir.


Yani film ultra mega süper extra gerçekçi olacağım derken şirazeyi tutturamamış. Dışarıda ne kaldıysa, gündelik yaşam neyi ötekileştiriyorsa, neyi ezip yok sayıyorsa onu bir kertede verelim demiş. Filmin anlattığı, anlatmaya çalıştığı şey konusunda tek bir itirazım yok. Ama bir film her şeyi de aynı anda söylemek zorunda değil. Derdim anlatım biçimi. Odak yoksa kadraja ne koyarsan koy net değildir, fludur. –mış gibi yapar başka da bir şey yapamaz. “Ermeni’yi unuttuk onu da babanın izlediği habere yerleştirelim”, “eee ortalama bir erkeğin yaşamında futbol var, onu da Maraton programında Erman’ı göstererek halledelim” demek kusura bakmayın da artık fazla! Gerçekçilikmiş! Yılmaz Güney sinemasının nesi gerçekçi gelmedi kardeşim? Sıkıcı bir aile yaşamını seyretmek mi bizim ‘kendi’ gerçeklerimizi görmemizi sağlayacakmış? O monotonluğun bizatihi kendisi faşizmdir, araya Kürt, Ermeni, travesti koymana gerek yok ki! Güya politik olmayacağım diye bu kadar mı kasılır yahu? Artı, sınıfsal duruş yanlış. Demiş ki “ben bir de ezen sınıfı anlatmaya, kurguyu oradan kurmaya çalıştım”. İyi yaptın! İçinden geldiğin sınıfı bile böyle gözlediysen ne diyeyim sana. Bir de ağzında sınıf mınıf. Kusura bakma kardeş de zaten istesen de olaya ezilen sınıf gözüyle bakamazmışsın ki. Hadi siyasal bakışın kendine göre şekillendi (yani “bi umut yok”, “böyle gelmiş böyle gider”, veya “sanmayın ki orta sınıfın parası var diye mutlu; onlar da mutsuz ve sıkıcılar”, hatta “o ezen sınıf da eziliyor aslında” dedin kendince), bari anlatımınla işi kotarsaydın ya!


Seren Yüce’nin ilk filmiymiş Çoğunluk. Daha önce Yaşamın Kıyısında filminde Fatih Akın’ın, Takva’da Özer Kızaltan’ın ve Pandora’nın Kutusu filminde Yeşim Ustaoğlu’nun yardımcılığını yapmış. Bu tecrübelere rağmen anlatım konusunda zayıf ve dağınık kalmış Çoğunluk. Doğrusu, her şeyi anlatırken hiçbir mesaj vermeyeceğim kaygısıyla çorba olmuş ve neredeyse hiçbir şey söyleyemeyen bir anlatıma dönüşmüş film. Buradan çok ciddi kapitalizm eleştirisi çıkaranlara, liberalizmlerine paye biçenlere, accayip militarizm ve faşizm eleştirisi yapıldığını düşünenlere tek tavsiyem var: etrafınıza bakın! O bahsettiklerinizden daha çok, daha net ve daha dolaysız göreceksiniz. Aynı zamanda hem filmdeki kadar sıkıcı bir hissiyat içinde boğulacaksınız hem de paranız cebinizde kalacak!

Son not ve de tavsiye: Filmde ailemiz erkeklerini bir kez camide namaza gidiyor görüyoruz. Anlaşılıyor ki Baskın Oran’ın lahasümüt’üne uygun yurttaşlar bunlar. Sahi film bir iki çok önemli azınlık-çoğunluk meselesini unutmuş: 1. Aleviler yok. Araya sıkıştıraverseydiniz ya. Ya da kızı Vanlı değil de Dersimli yapsaydınız hem Kürt/Zaza’dan hem de Alevi’den kurtulurdunuz 2. Yahudiler yok. Aile reisi bir konuda ahkam keserken arada hemen ‘bunlar Yahudi tohumu’ deyiverseydi ya! Ve 3. Madem futboldan da dem vurduk, ben şahsen orada bi Gençlerbirlikli taraftarla dalga geçilmesini falan beklerdim. Eksik olmuş.

Asıl garip olan şu: bu ailede ve çevresinde siyaset konuşulmuyor! Ne bileyim en ucuzundan "Tayyip haklı arkadaş", "Kılıçdaroğlu pek dürüst", "Bahçeli'nin yoluna paspas olayım" gibi sözler dahi yok; çünkü Yüce sanırım orta sınıfın apolitikliğinin onların hiç politika konuşmamasından kaynaklandığını sanıyor. Len madem kimse politika konuşmuyor kim veriyor bu %47leri %58leri diye bir soru atmak gerek ortaya...

Oysa politik bir şeyler söylüyor gibi yaparken de apolitik olunabilir. Aynı bu film gibi!


En son not: Filmde Settar Tanrıöğen gerçekten de harika!

* Bu tanımlamalar benim değil. Yönetmenin farklı yerlere verdiği röportajlarda kendisinin söylediği tanımlamalar. Merak eden Çoğunluk’un Facebook sayfasından tüm bu röportajlara ulaşabilir. Sabah gazetesinden Zaman’a, bianet’e, Radikal’den Taraf’a, SoL’a, Evrensel’e dek baya bi kaynak verilmiş bu sayfada. Kimi röportaj kimi film üzerine yazılar: http://www.facebook.com/cogunluk?v=wall


23 Ağustos 2010

combien tu m'aimes?

Bir bok anlamadım ama yine de sevdim diyebileceğim bir sürü film izlemişimdir herhalde. Ama bazı film vardır en başta hiçbir şey anlamadığını sanırsın ama aslında asıl meseleyi de kapmışsındır. Ya bir uyku halinde ya da tuvaletteyken (malum Türk’ün aklı tuvalette çalışırmış) ahanda şimdi anladım dersiniz. Bir çeşit aydınlanma hali. Filmi sevmenin yanında bir de bu aydınlanma haline sevinirsiniz çünkü tersi gerçekten eziyetli. Seviyorsunuz ama nedenini bilmiyorsunuz.


Mesela Bertolucci’nin Stealing Beauty - Çalınmış Güzelliğini defalarca kez izledim ben. Ve hepsinde de çok keyifli çıktım sinema salonundan. İlk izlediğimde belki de (ve muhtemelen) beni tavlayan şey Liv Tyler’ın kendisiydi. Hatta o kadar ki o zamanki celeron 266 bilgisayarımın 14 inçlik ekranını senelerce Liv Tyler wallpaper’ları işgal etmişti. Tamam filmi sevmiştik sevmesine de nedeni pek de belli değildi. Hatta sevgilimle bir kez daha izledik bu filmi. Ve bunu izlediğimizi duyan bir arkadaşımız ‘ha Liv Tyler’ın kime versem acaba diye ortada dolaştığı filmdi di mi o?’ deyince çok bozulmuş, onun kültürel seviyesinin, entelektüel birikiminin, yaşam tercihlerinin falan bu filmi anlamaya yeterli olmadığını iddia etmiştik. Ama hala neden bu filmi sevdiğimize dair yeterli ve geçerli bir nedenimiz yoktu. Hadi ben Liv Tyler’ın 19 yaşındaki o saf güzelliğine, bembeyaz sütun gibi bacaklarına ve ilk deneyimine şahit olmakla mesut idim de ya sevgilim? O da Toscana bölgesi içinde üzüm bağlarıyla çevrili bir tepe üzerindeki çiftlikte bohem hayatı süren eski hippileri görünce mi sevinmişti, ya da ne bileyim Siena kentinin güzelliği mi yetmişti, yoksa o da mı Liv’i sevmişti? Bilemedik. Ta ki bu filmi 10. kez izleyinceye dek. Nihayet o zaman anlamıştım. Bu filmi şu nedenle sevmiştim ben: Liv Tyler’in acaba “ilk” kime versem diye ortada dolaşmasını sevmiştim. Yani o arkadaşın dediği doğru ama eksikti. “İlk” önemli bir farktı ve ben bunun yıllarca farkında değilmişim. Hayatımda birçok ilkin yaşandığı dönemde başka bir ilk’i ilk kez gördüğüm birinden (Liv) görmek bu filmi sevmeme yetmişti.


---Filmde Liv Tyler'ın oynadığı karakter Lucy Harmon'muş ama önemli değil, biz tüm filmi Liv'in öyküsü olarak kabul etmiştik :)


Geçenlerde izlediğim bir film için de şimdi benzer şeyleri hissediyorum. Combien tu m’aimes? – Beni Ne Kadar Seviyorsun? Filmi izlerken eğlendim, neşelendim, yani sevdim. Ama nedenini tam da bilmiyorum (Yalan!). Biz ne kadar anlatılanlar arasında bir mantık örgüsü bulmak istesek de, nefret etsem dahi sürekli olarak sembolik çözümlemelerle çözüm yolu arasam da, “aslında yönetmen burada...” ile başlayan zilyon tane cümle kursak da hiç bi bok anlamadık.


Filmin isminden hareketle de düşündük. Acaba sevginin niceliği neyi değiştirir diye düşündük.


Mesela Charlie (Gerard Depardieu) Daniella’yı (Monica Bellucci) onun pezevenkliğini yapacak kadar çok seviyordu, onun aldığı paraya el koyacak kadar çok seviyordu, Daniela istemese de onun bedeni üstünde ritmik hareketlerle terleyecek kadar çok seviyordu, Daniela’nın özgürlüğünü François’e (Bernard Campan) satacak kadar, hatta onların mutluluğuna engel olacak kişiyi öldürüp hapse girebilecek kadar çok seviyordu.


François, Daniela’yı o kadar çok seviyordu ki, onun uğruna saat başı kalp krizi geçirip ölebilirdi, ona haftada 100,000 euro ödeyebilirdi, ölünceye dek ona para verebilirdi, hatta parası olmasa da varmış gibi yaparak Daniela’nın yanında kalmasını da yanında habire soyunup durmasını da sağlayabilirdi, onun uğruna ganstervari bir pezevenkle, Charlie’yle ağız dalaşına girebilirdi. Daniela’ya aslında yalan söylediğini, kendisinin her zamanki gibi züğürt bir memur olduğunu ama onunla yeni bir başlangıç yapmaya ne kadar hazır olduğunu söyleyecek kadar çok seviyordu.

Kasıyorum. Kasıyorum ama filmde mantıki bir bağıntı bulamıyorum.


Daniela para için rolünü çok iyi oynayan da olabilirdi, gerçekten rol yapmayan ama François’yı seven de; neticede fahişelik damarı kabarıp evi terk edip tekrar geneleve dönen de olabilirdi, pezevengine resti çekip eve, memurun yanına dönen de; kıskançlıktan çatlayan da olabilirdi, sevdiği adamı komşusunun koynuna koyan da. Daniela’dan da bir şey çıkartamadım.


Ama hala kasıyorum. Toparlarsak, elimizde kendisine piyangodan para çıktığını iddia eden bir memur var. Ama yalnız. Fahişeyi görüyor. Parası bitinceye kadar kendisiyle yaşamasını istiyor. Fahişe kabul ediyor. Ama evdeyken fahişeliği tutuyor, herifin arkadaşına memeleri elletiyor, geneleve gidip başkalarıyla yatıyor, eski aşkına yani pezevengine gidip onunla birlikte oluyor. Pezevengi memurdan para istiyor fahişenin özgürlüğünü alabilmesi için. Memur vermiyor. Ama pezevengi fahişenin ne kadar üzgün olduğunu görüyor ve o kadar çok seviyor ki onu memura geri gönderiyor. Memur parasının olmadığını söylüyor. Fahişe çok kızıyor kendisine yalan söylendiği için. Pezevengine geri dönüyor. Pezevengi de tuttuğu gibi fahişeyi memura geri getiriyor. Bu sırada fahişe arada yine başkalarıyla beraber oluyor, komşusu ıssız köşelerde memuru habire götürüp duruyor, falan filan. Anlayan beri gelsin. Uzun süre hangi sahnenin gerçek hangisinin memurun hayalleri olduğunu da düşündüm ama bulamadım. Sanırım benim hüsnü kuruntummuş.



Yönetmen Bertrand Blier. Fransız sinemasının provakatör sex-komedi filmleri yönetmeni olarak tanınıyormuş. Ama bu filmde güldük ama pek neye güldüğümüzü de pek anlamadık. Seks? Eyvallah. Provakasyon? Sonuna kadar!


Şu film Monica Bellucci manifestosudur. Kast, yönetmen, kurgu, sahne, kostümler, ışık, müzik veya sinemadaki diğer tüm ünsurlar bu filmde sadece Monica Bellucci'yi yüceltmek için varlar; 41 yaşında hala hayalleri süsleme kapasitesine sahip kadını; her ne hikmetse her daim filmlerin fahişesini, güzelliğine mahkum edilmiş bir kadını, güzelliğiyle lanetli kadını oynayan bu kadını. Bu film, biz ne kadar başka türlü anlamlandırmaya çalışsak da, Monica'nın kıvrımlarının gücünün ilanıdır. Eğer bu filmden gerçekten zevk aldıysak, dürüst olmak gerekirse, Monica'nın çıplaklığı sayesindedir. Nasıl ki Liv Tyler'ın Çalınmış Güzellik'ini yaşının getirdiği o körpelikle hatırlıyorsak, bu filmi de Monica Bellucci'nin olgun yuvarlak hatlarıyla hatırlayacağız. Ama önemli farkla; Çalınmış Güzellik sadece Liv Tyler değil ama bu film sadece Monica (Depardieu'ya rağmen hem de!) çünkü filmde başka da bir şey yok.

22 Ağustos 2010

runaway jury

halkın adaleti.......

Ne büyük devrimci bir slogandır halkın adaleti! Halk o kadar iyi bir şeydir ki varlığı hakkaniyet ve adalet, yokluğu ise cehalet ve atalettir. Halk adaletin kendisidir; eğer şimdi adaletsizliğin hüküm sürdüğü zamanları yaşıyorsak, bunun en büyük nedeni halkın adalet denilen mekanizmaya uzak kalmışlığıdır (tersi de eş şekilde geçerli: adaletin halk denilen organizmaya uzak kalmışlığıdır). Halk adaletini uygulamaya başladığında, işte o zaman güllük gülistanlık bir dünyada yaşayacağız; dünya cennet olacak, hatta denemediğimiz ve merak ettiğimiz bir o kaldı diye hepimiz tutup biseksüel olacağız.


Halk adalet uygulamasının gerçekten iyi bir şey olup olmadığından ben nedense pek emin değilim. Neticede hepimizin tüylerini diken diken ettiğini düşündüğüm linç hadisesi de bir yerde 'halkın adaleti' olarak okunabilir. Eyvallah, slogandaki adaletin bu olmadığını biliyorum ama o halk denilen mefhumun kendisini pek bilmiyorum. Ama bildiğim, gördüğüm kadarıyla pek öyle bel bağlanacak bir şey de değil. Slogandaki asıl sorun şu: yaşanılan adaletsizliklere yaklaşım için 'halk' kavramının kirlenmemiş saf bir referans noktası olarak kullanımı (Saul Newman sağolsun). Yani adaletin olup olmaması ancak o hareket noktası sayesinde yanıtlanabilir. Öyle ki halk o adaletsizlikler dünyasında tertemiz kalabilmiş/kalabilen gayri politik, propagandaya ve ideolojik araçlara bağışık bir özne. Eğer adalet olacaksa bu, bu halk ile olabilecektir.

Hemen bir düzeltme gireyim bu noktada: mevzubahis olacak bir devrim neyim yoksa -ellerimiz mahkum- buradan, bu kapitalizmin içinden konuşuyoruz. O zaman, adaleti uygulayacak ve gözetecek olan temiz öznemiz halk gibi müphem bir kavram değil de anayasada tarfilenen şeydir: vatandaş. İdeolojiden hareketle halk cahil, karmaşık ve hayvaniyken; vatandaş bilinçli, modern ve politiktir. Mesela ortada linç varsa onu yapan halktır. Vatandaş ise halk gelince plajları terk etmek zorunda kalandır.


Neyse. Konumuz vatandaşın aktif olarak adalet mekanizmasına yani yargı sistemine dahil olduğu Amerikan Juri sistemi. Aslında konumuz bu değil; bu izlediğim filmin konusu. Film: Runaway Jury - Juri.


Daha derin araştırmaya yapmaya üşendim. Sadece Wiki'ye ekşi'ye falan baktım. Ama sanırım çok da yanlış anlamamışım süreçleri. Bu Amerika Juri sistemi denilen hadise zırvalık gibi geldi bana. İzlediğim film salt bu sistemin eleştirisini yapmıyor gibi görünüyor (başka bir derdi var) ama üzerine çok şey söylüyor. Kaba haliyle, jüride görev almak bir vatandaşlık görevi. Bir gün eline bir kağıt geçiyor bilmemne zaanki juri seçimlerine katılmanız bekleniyor diye. Siz de eliniz mahkum gidiyorsunuz. Belki buradaki gibi çakma bir rapor ayarlayıp gitmeyenler de vardır. Ama habersiz gitmezsen ceza alıyorsun: para veya hapis. Sonra davanın tarafları yani avukatlar (ve savcılar) hakimin gözetiminde jüri adaylarını sorguluyorlar ve kabul veya red ediyorlar. Ama öyle sınırsız reddetme hakları da yok. Atıyorum sadece 10 kez red diyebiliyorlar. Jüriye kabul edilenler yaptıkları bu kamu görevi için para alıyorlar ama mahkemede nihai karara ulaşıncaya kadar da bir yerde özgürlüklerinden fedakarlık ediyorlar.


Artık gerçekten var mıdır yok mudur bilmem davalarda jüri adaylarını araştırıp seçiminde avukatlara yardımcı olmak için şirketler var. Bu şirketler jüri adayları incik cincik inceliyorlar. Jürinin geldiği mahalle, okuduğu okullar, tuttuğu beyzbol takımı, üye olduğu dernekler, klüpler gibi background hikayeleri yetmezmiş gibi bir de peşlerine adamlarını takıp bu jüri adaylarının pubda, işyerinde, laundry'de falan kimle neyi konuştuğunu tespit edip bir profil çıkartıyorlar. Bu profili juriye sorulan kritik bir soru ile teyit ediyorlar ve red veya kabul denmesini salık veriyorlar. Tabi ki karşılığını alıyorlar bu hizmetin, ziyadesiyle.


Yani güya tam bağımsız olan veya tam bağımsız olacağı varsayılan jüri, aslında kendi kişisel geçmişleri ve ilişkileri ile davada yer alıyorlar. Ortada garip bir satranç oyunu oynanıyor çünkü avukat 10 kişiyi beğenmeyip hayır dediği an geriden gelecek beki de daha kötü jüriye evet deme durumunda kalıyor. Bu nedenle şirketlerin bu hizmetine para ödüyorlar.

Jürinin söz konusu olduğu mahkemelerde (daha doğrusu bu mahkeme filmlerinde ve dizilerinde) adaletin nasıl işlediğinden çok avukatların dramatik performanslarına şahit oluruz. Boşuna değil herifler ön konuşma - son konuşma gibi şeylere ayrı çalışıyorlar. Eldeki kanıtların ne derece geçerli olup olmadığı, bu konuda hiç kafa yormamış, konu ile ilgili yasalardan mevzuatlardan bihaber 20 kişilik bir gruba kalıyor. Onlar da hukuka, yasaya falan değil de avukatların dramatik performanslarına bakıyorlar. Böylelikle jüri tecavüzcüyü veya katili cezadan kurtarabilir. Tabi temyiz yolu açık olmak üzere. Avukata düşen asıl rol ise gala ve premiyerde harikalar yaratmak.


---Hayvan gibi spoiler---

Filmimiz John Grisham'ın bir romanından uyarlanmış. Bir şirkete bir nedenle baskın yapılır ve baskını yapanlar karşılarına çıkanları öldürür. Baskında ölenlerden birinin karısı kocasının ölümüne aracı olan silahı üreten şirkete dava açar. Çünkü ona göre tetiği çeken kadar üreten ama kime sattığını göztemeyen de suçludur. Makul. Ancak açılan dava bu konudaki ne ilk davadır ne de son olacaktır. O zamana dek açılan davaları hep silah şirketleri kazanmıştır (çünkü onlar sadece üreticidir. Bu açıdan kraker üreticisinden bir farkları yoktur)


Başarılı, azimli ve pek tabi idealist (bu ABD sinemasında çoğu zaman züğürt anlamına da geliyor) avukat Wendell Rohr (Dustin Hoffman) davada davacıyı temsil eder. Davalı taraf ise juri seçiminde ve türlü yollarla jüriyi manüple etmede üzerine olmayan Rankin Fitch (Gene Hackman) ile anlaşıyor ki önceki silah şirketlerine karşı açılan daha önceki davalarda da juriyi o belirlemiştir. Tam bir piçtir. Ama işini iyi yapan bir piç. Jüri adayına sorular sorulurken Fitch'in uzay gemisinin kaptan köşküne benzer ofisindeki sayısız ekranda aday hakkında bilgiler beliriyor. Film için -daha doğrusu biz izleyenler için- abartılı olsa da toplanılan ve faydalanılan istihbarat hakkında iyi bir fikir veriyor. Rohr'un da juri seçme danışmanı var (Jeremy Piven) ama o içgüdülerine güvenmeyi seçiyor çoğunlukla -çünkü o bir idealist !!


Filmin asıl konusu pek tabi jüri sisteminin getirdiği sorunlar değil. Ya da genel çerçevede 'adalet' sorunu da değil (Bunun için harika örnek: Devil's Advocate - Şeytanın Avukatı). Filmin asıl odak noktası silah sanayi ve serbest silah satışı. Biliyoruz ki ABD'de tartışılan 3 ana konudan biri bu silah serbestisi. Diğerleri de kürtaj ve Kim Kardasian'ın fazla büyük götü. ABD'de bu sorun şöyle ortaya konuyor genelde: Silah şirketleri her ne olursa olsun kar etmek için hareket ederler. Bu hedefleri uğruna ne kutsal Amerikan değerlerini takarlar ne de evrensel insani ahlak değerlerini umursarlar. Yani herşey meşru ve güzeldir de tek hatalı olan silah üretenlerin kar hırsıdır.


İşte bununla mücadele için Nicholas Easter (John Cusack) ve sevgilisi Marlee (Rachel Weisz) bir plan yaparlar. Nicholas hileyle hurdayla kendisini o dava için juri adayları arasına sokar. Jüri adayı seçen şirketleri atlatabilmek için bir Amerikan vatandaşının asla yapmaması gereken bir şeyi yapar ve yargıçtan kendisi juriden affetmesini talep eder. Yargıç kızar, azarlar, ona Amerika'yı Amerika yapan değerleri hatırlatır . Fitch de bu aceleci genç jüri adayını nasılsa bir an önce karar vermek isteyecek diye sevinçle onaylar. Rohr da bir hissiyatla onaylar. Ve tatata, Nicholas jüridedir! Türlü oyun oynarlar ve davanın taraflarına jüriyi istedikleri gibi yönlendirebileceklerini gösterirler. Nicholas içeride Marlee dışarıda mahkemeyi yönlendirmek için avukatlardan para sızdırmaya çalışırlar. Fitch silah endüstrisinin müthiş baskısına daha fazla dayanamaz ve sevgililerin istedikleri parayı vermeyi kabul eder. Olur da biter. Mahkemeyi davacı yani Rohr kazanır! Silah üreticileri yüz milyonlarca dolar tazminat ödemeye mahkum edilirler. Fitch davayı kaybettiği için hem silah üreticilerinden alacağı parayı alamaz, hem de Marlee ile Nicholas'a verdiği paradan da olur. Dahası silah üreticilerinin tehditlerinden dolayı kaçacak saklanacak delik arar. Rohr 'işte Amerika, işte adalet' filan der. Bu sırada Nicholas ile Marlee ne korkmuşlardır ne de tırsmışlardır. Mutluluk içindelerdir. Çünkü bunlar vakti zamanında bir okul baskınından kurtulmuşlar, hatta bir arkadaşlarını mı kardeşlerini mi ne kurban vermişler. Ama o zaman açılan davada silahçılar yine beraat etmiş, onları savunan da Fitch imiş! İntikam soğuk yenen bir yemektir.


Film boyunca jüriler üzerine envai çeşit oyun oynanıyor. Sürekli psikolojik baskı altındalar. Bazen de açıktan tehdit ediliyorlar. Jüri heyetinden kimisi şu iş bitse de gitsekdiye hemen bir karar vermek istiyor kimisi de elindeki güçle mutlu ve mesut (Tanrı kompleksi). En sonunda güya akıllarıyla, güya vicdanlarıyla karar veriyorlar. --Ama dediğim gibi elde bu malzeme varken filmimiz hala silahla uğraşıyor. Sanırım yememiş Amerikan huuk sistemine laf etmek.

Başa dönersek; halkın adaleti, vatandaşın adaleti, jüri, ihtiyar heyeti... Bu jürili adalet sistemi hem halkın dahiliyeti hem de herkesin savunma yapabilme hakkı ile halkın adaleti midir? Çok mu bağımsız bu? Kanımca bir toplumun tüm bağnazlıklarını taşıyan bir sistem bu. Düşünsenize buralarda diz kapağı göründü diye karısını öldüren bir adama hangi jüri ne ceza verirdi? Veya ramazanda sevgilisini sokakta öptü diye bıçaklanan birini kim savunurdu? Ya da atıldığı işine dönmek için dava açan bir transeksüele ne derdi o jüri? Hassas konulara girmeye bile gerek yok aslında. Hele biri Kürt desin, Ermeni desin o zaman görürüm ben. Yok yok yemişim halkın adaletini.

Ben şimdi elitist mi oldum? Yoksa benim oyumla dağdaki çobanın oyunun kıymeyi aynı, ama haksızlık bu diyen Pelin Batu'mu oldum? Veya monşerleri savunan Cumhuriyet okuru bir statükocu mu? Bilmiyorum da bu yargı bağımsızlığı denilen zaten yavşak bir mesele. Ne zaman bağımsız olmuş ki bu yargı? Siyasetten? Yargı fırsat bulursa siyasete karışır, siyaset fırsat bulursa yargıya. Asker fırsat bulursa ikisine de karışır, hatta ağzına sıçar. Şimdi kimse dangalakça sivil vesayet / askeri dikta / yargı egemenliği / güçler ayrılığı deyip demogoji yapmasın. Asıl olay: herkes kendi önündeki boku yesin! Haaa referandum mu? Rezil rüsvalığın iki farklı şeklinden birini seçmek için sandığa gideni öpsünler. İllaki gidecekler olanlar da şunu desinler: “yetmez ama yaneee!”.


Film hakkında gereksiz son sözler: Önce dedikodu mahiyetinde bir şey. Oyuncu okuluna devam ederlerken bu iki usta oyuncu, Dustin Hoffman ile Gene Hackman aynı öğrenci evinde kalıyorlarmış. Artık bulaşık sırası kimde yüzünden mi aidatı kim verecek yüzünden mi bilinmez, bunlar bozuşmuşlar, mezun olup bilinen oyuncu olduklarında hiç karşı karşıya oynamamışlar. Ta ki bu filme kadar. Bu filmde de öyle ahım şahım oyunculuk sergilemiyorlar ama ikisini aynı ortamda görmek nolursa olsun keyifli. Gene Hackman kötü adam rolünü Dustin Hoffman da idealist iyi adamı her zamanki gibi iyi oynamışlar ama artık zorlanmıyorlardır heralde. Hep aynı tiplemeler artık neticede.

Cussack tamam bildiğimiz gibi ama o bakışlar hala çok can sıkıcı. 

Ama Weisz iyi ki var bu filmde. Üniversiteli her solcunun aşık olabileceği bir tipleme. (Nasıl bir iddiaysa bu?!)


Yönetmeni tanımıyorum ben: Gary Fleder. Daha çok tv dizileri yöneten bir adammış. Ama birkaç filmini de izlemişim yine de: Kiss the Girls - Kızları Öp ve Don't Say a Word - Sakın Konuşma. Bende pek bir şey bırakmamış filmler. Bu filmde pek yönetmenlik bir iş de yoktu zaten. Neyse film izlesek mi diyecek olanlar varsa hala, onlara cevabım: “yetmez ama yanee!” 

3 Ağustos 2010

faubourg 36

Birisi Fransız filmlerini sıkıcı bulduğunu söylediğinde nedense o zat-ı muhteremi gözlerinden öpesim gelir. Kolay bir şey değildir çünkü bunu söylemek. Fransız filmleri, bir yerde, referandum öncesinin olabildiğince sıradanlaşmış ama siyasallaşmış Türkiye’sinin iki uzlaşmaz kampı gibi iki farklı kamp yaratır. Şöyle ki ilk gruptakiler Hollywood sinemasına kökten muhaliftir. Çünkü Hollywood sineması politiktir, ideolojiktir, kapitalisttir ve faşisttir ve tüm bu özellikleri ile kültür emperyalizminin baş aracıdır. Eyvallah! İkinci grup da ilk grubun sinemayı böyle okumasına muhalefet ederek sözümona pek entelektüel (ve duygusal ve hassas ve de sanatsal) olan Avrupa –özellikle Fransız- sinemasına önyargıyla yaklaşır. Bu ikinci gruba göre sinema bir lunaparktan veya Mehmet Ali Erbil’in senelerdir süren şaklabanlığından öte bir şey değildir. Hadi değildir demeyelim de olmamalıdır. Sinema eğlence aracıdır; yeri geldiğinde birlikte izlenildiğinde sevişmeye ön giriştir, yeri geldiğinde eş dostla iyi vakit geçirmenin bir yoludur. Benim durumumdakiler için –benim gibilerin bir hayli çok olabileceğini varsayıyorum- sinema kuşku götürmez şekilde ideolojiktir ama bu ideolojik olma hali sadece Amerikan sineması ile sınırlı değildir. Eğer söz konusu olan Amerikan değerleri ise Hollywood sinemasının reddini bir yere kadar anlayabilirim ama beyaz adamın sadece ABD’den sınırlı olmadığını da hatırlatmak isterim. Ve de benim için sinema eğlencedir; eğlencenin bizatihi kendisi ideolojiktir zaten. Bana nasıl eğlendiğini söyle sana…. Ama zaten konu bu da değil.



Konu benim neznimde şudur; entelektüel görünme çabasındakiler illa ki Avrupa sineması (veya bağımsız Amerikan sineması) derken annelerinin ‘aman evladım sağa sola bulaşma da işine bak, okulunu bitir’ dediği kişilerin illa ki redd-i Avrupa sineması taraftarı olmalarıdır. Kendimi bir şey olarak niteleme anlamında Fransız sinemasını genellemek ve severim/sevmem gibi bir beyan vermek gibi bir seçimim yok. Benim ne olduğuma bir sinema geleneği (ki bu bile bir genelleme) karar verecek değil ya! Bu yüzden ‘Fransız filmleri sıkıcıdır’ lafını eden kişinin gözlerinden öperim; aynı ‘Hollywood sineması aptallar içindir’ diyenlerin de alnından öpeceğim gibi. Helal size! Olmuşsunuz siz!



Tabi ki benim de kendim için genellemelerim var. Mesela ‘sanat filmleri’ sıkıcıdır; 3. sınıf Amerikan filmleri eğlencelidir. İtalyan filmleri gürültülü ama güzeldir, Fransız filmleri sessizdir ama kadınları güzeldir. Ezel Akay filmlerine verdiğim para helal edilir, Vicdan gibi bir filme verilen paraya haram olsun denilir. Bunlarda bir tutarlılık ararsam yandım! ‘Sanat filmi’ ile veya 3. sınıf Amerikan filmi ile ne kastettiğimden emin de değilim. Hadi Bernardo Bertolucci’nin Stealing Beauty – Çalınmış Güzellik’ine sıkıcı deyin de görün gününüzü! (Hadi bir not: zaten genelde o Avrupa sineması kategorisinde ele alınanlar aslında İngilizce konuşmayan sinemadır. Mesela Britanya sineması Avrupa sineması olarak pek görülmez. Ama İtalyan, İspanyol, Fransız veya İskandinav sinemaları o bol simge yüklü halleriyle bu kavramı sonuna kadar hak ederler. Araya da biraz Balkan, biraz Orta ve Doğu Avrupa sineması serpiştirirsin olur biter. Haaa Uzak Doğu sineması mı? Korku veya kungfuvari şeyler seviyorsanız neden olmasın? Koyarsınız Emir Kustarica ile Toni Gatlif’in yanına Kim Ki Duk’u, esans niyetine de Alejandro Gonzales gibi Latin Amerikalı birkaç yönetmen, offf sizden ala entelektüel yok!)  

Velhasıl kelam yiyin birbirinizi diyeyim.


Elimize her nasılsa Faubourg 36 – Paris 36 diye bir film geçti. Filmin kendisini hiç duymamıştık ama yönetmeninden haberdardık. Daha önce bayıla bayıla izlediğimiz Les Choristes – Koro filminin yönetmeni Christophe Barratier. DVD’nin kapağında da o filmden bir çok karakteri alınca kaçırmayalım dedik de oturup izledik. Hoş saatler geçirdiğimizi hatırlıyorum da film bana ne bıraktı pek hatırlamıyorum. Garip olan da bu ya!


Bir konu vardır, o konu işlenirken daha ziyade fon olsun diye yan konucuklar serpiştirilir. Bunlar o kadar önemlidir ki hem olayların zamansallığını ve mekansallığını yansıtır hem de karakteri var eden etmenler gösterilir. Örneğin Malena’da Malena’nın öyküsünü var eden şey sadece erkeklerin kıskancı ve ihtirası veya toplumun ahlak anlayışı ya da Monica Belluci’nin muhteşem güzelliğinin getirdiği belalar değil, faşist İtalya’daki bir taşra kasabasının ruh halidir de. Hatta Tinto Brass bile bu ‘fon seçme’ işini o hale getirir ki Salon Kitty üzerinden yine o faşist İtalya’yı anlamayı az biraz mümkün kılar. Bu fon işi (yan konucuklar işi) pek önemli!


Paris 36’da böylesi fonlar çok mevcut. Hatta o kadar çok ki asıl konu neydi diye düşünmeye başlıyorsunuz. Tamam şiirin anafikrini düz yazıya dökün diyen edebiyat öğretmenlerinden pek hazetmem ama ne bileyim bir odak noktası da arıyorum işte. Konu neydi? İkinci dünya savaşı öncesi Fransa’daki faşist cephe ile Halk Cephesi arasındaki mücadele mi? Oğlundan ayrı düşen bir adamın hayata tutunma çabası mı? Muhteşem aşkı sona erdikten sonra eve kapanan ama mevzu bahis o kadının kızı olunca canlanan Troçkivari söz yazarı ve bestekar adam mı? O kıza aşık olan grev kırıcıların başkanı faşist parti üyesi olan adam mı? Yoksa Chansonia'yı, bir müzikholü var etme çabası mı? Muhtemelen yanıt son konu olacak, onu da filmin isminden anlayabildik! (Meraklısına: Faubourg şimdiki banliyö’nün eski ismi. Kapitalizmin o ilk dönemlerindeki insanlık dışı durumlarının yaşandığı mahalle. Kapitalizmin modernleşmesi ile bu mahalleler yavaş yavaş yok olur ama kapitalizmin zulmü altında inleyen işçi sınıfları –ne mutlu ki- banliyö’lere taşınır.)


Neyse. Bunca laf ettik filme ama dediğim gibi izlerken iyi vakit geçirdim. Özellikle oyunculuklar konusunda diyecek hiçbir şey yok. Kendisini Koro'dan tanıdığımız Gerard Jugnot (Pinoil) ile Kad Merad (Jacky) gerçekten çok ama çok iyilerdi. Zaten Koro'yu izleyip beğenmiş birisi sırf o oyuncuları yeniden görmek için izlesinler bu filmi.


Bir de müzikal sevenler tabi. Bolca akordeon ve bolca dans. Belki filmi bizim için izlenilir kılan asıl şeylerde müzikler ve danslardı. İyi bir müzikal izleyicisi ol(a)masam da iyi müziği anlarım :)


Son söz: Olmamış galiba. Vasat+ verdim. Oyunculuklar, müzikler ve danslar hatrına o da!

Adet olduğu üzere filmden bir wallpaper:


10 Temmuz 2010

transformers II

İnternetteki herhangi bir sayfa şaşkeza “çocukluğumuzun kahramanları” başlıklı eski çizgi filmlerle ilgili bir fotoğraf dizisi koysa kendi hit rekorlarından birini kırıyor. O tıkların sahiplerinden bir kaçının sahibi de sürekli olarak benim. Artık aynı Voltran, Transformers, Ninja Kaplumbağalar, He-man, Esteban Güneşin Oğlu, Nils ve Uçan Kaz, Clementine fotoğraflarının hepsini ezberledim ama şimdi bir tane daha koysalar yine bakarım. Sadece o değil, Hayat Ağacı'nı (Generations), Yalan Rüzgarı'nı (The Young and The Restless), Zenginler de Ağlar'ın (Los Ricos Tambien Lloran) veya Evimiz Holywood'da'nın (Beverly Hills 90210) karakterlerinin fotoğraflarını, dizilerin jeneriklerini falan koysalar benim için durum pek değişmez, bakarım yine. Peki neden?



Evvela şunu söylemek boynumun borcu. “Eskiden küçüktük, ufacıktık, derdimiz tasamız yoktu, eh biraz da salaktık; ama şimdi değiliz, mutlululuktan uzağız da ondan bu eskiye özlem” gibi bir tezi, bunu söyleyenlerin şimdi de salak olduğundan dem vurarak, şiddetle reddederim. En başta, benim küçükken de gayet büyük dertlerim vardı.



Mesela hep arkadaşlarımın aşık oldukları kızları severdim. Şerife, Tuba veya Canan.Onlar da beni severlerdi; onları sevenler de apaçileşir beni tehdit ederlerdi. Arkadaşlarımın Commodore 64'ü vardı; benimse içinde sığınık halde yaşadığımız 10,000 kişilik ilçenin dışında üniversitede okuyan abim ve ablam, ve onlara bakmakla yükümlü babam, ve aynı gri paltoyu senelece giyen annem. Küçükken haberleri seyrederdim. TRT haberlerindeki diksiyonu mükemmel spiker “artık üçüncü çocuklar için memurlara çocuk yardımı yapılmayacak” dediğinde babam “Özal bana senin için para vermiyor, ben de sana harçlık veremem artık” dediğinde çok dert edinmiştim kendime. O adam Tonton Amca mertebesinden Hırsız Herif mertebesine düşmüştü birden. Sonra, binbir tehdit ve gözdağı ile ilkokul müdürünün akvaryumundan yürüttüğüm lepistesler onları koyduğum cam turşu kavanozunun içinde ürüyorlardı ama yeni doğan yavruları hemen yiyiyorlardı. Liseye başlarken herkesin yeni çıkmış 21 jant 2 kadro Bisan bisikleti varken benim ortaokuldan kalma, babamın takdirname hediyesi BMX ile okula gidip geliyordum. Bir de çok kısaydım (şimdi çok uzunum sanki!). Okulda bana herkes “Bücür” diyordu. Hele ortaokulda sevdiğim kızlar -kız değil kızlar- yaz tatilinden benden bir karış uzun olacak kadar boy atmışlardı, travmatikti. Bir de orta 2'de beden eğitimi dersinde çocuğun biri şey'ini göstermişti; o da çok travmatikti -pek büyüktü zira!


Yani pek büyük farkı yoktu sorunlarımın şimdi ile çocukluğum arasında. Şimdi de evdeki kedi Fiko'nun biricik aşkı olan kadını seviyorum ve bu yüzden sarı, kısık ve hiddetli gözler ve 10 adet gayet sivri tırnak ile tehdit ediliyorum. Ben yaşındakilerin kotlarının göt cebinde askerlik tezkereleri varken ben olmamak için bin dereden su getiriyorum. RTE memurun her türlü hakkını gaspediyor; fakat sokaklarda olsak da sökmüyor, mevziler tek tek düşüyor. 5 tane ile başlayan lepistes serüvenim 2 ay içerisinde 500 lepistesi buluyor, baş edemiyorum, toplu ölümlere şahit oluyorum. Lise arkadaşlarımın hepsinin en az bir çocuğu oldu, bizde daha karar bile yok. Bir de köseyim ve kelleşiyorum. Benim gibi memur olmayan arkadaşlarım uzun saçları ve sakallarıyla karşıma çıkıyorlar, çok travmatik. Bir de bir sene önce aldığım t-shirt ve pantalonların hiçbirinin içine giremiyorum; inatla kilo almaya devam ediyorum, çok çok travmatik. Neyse ki artık kimse şey'ini göstermiyor; ama ne yazık ki kimse memesini de göstermiyor!

O halde nedir bizi nostaljiye sürükleyen? Kanımca çocukken inanmaya çok daha açık ve hazıroluşumuz. Buna salaklık demek makul değil. Halihazırda Hakan Şükür'ün gol attığı milli marşları kaybetmeyeceğimize de inanıyoruz, Eurovizyon'da Almanya'dan gelen 12 tam puanın aynı zamanda Bach'ı da çıkartan Alman müzikseverlerinden geldiğine de; Kürt sorununun sadece ekonomik ve feodal mesele olduğuna da inanıyoruz, her tehditin Ergenekon içinde dava edilebileceğine de; nükleerin ulusal çıkarlarımız lehine olduğuna da inanıyoruz, haliç'in dibinde yatan altının çıkarılabileceğine de. Dahası özgür ve demokratik bir ülkede yaşadığımıza bile inanıyoruz.


Dolayısıyla o çocukluk hali salaklık değil (ya da bu yetişkinlik hali ne kadar salaklıksa o da o kadar salaklık). Belki saflık. Hepimiz biliyorduk o rengarenk aslanların sonunda Voltran'ı oluşturup karşılarındaki “kötü” robotu mat edeceğini. Ama oradan öğrendik örgütlü gücün ne demek olduğunu. “If the kids are United, They will never be defeated!”. Bireysel olan aslan yenilir, kolektif Voltran yenilmez! Clementine'nin başına bela açanların sonunda solucana, çiyana veya sürenen başka bir mahlukata dönüşüp cayır cayır yanacağını tabi ki biliyorduk ama o sayede anladık (ilahi) adaleti; biraz da ürktük tabi. “Gün gelecek, devran dönecek, zorbalar halka hesap verecek!”. Tom'un Jerry'i, Coyote'nin Road Runner'ı, Sylvester'ın Tweety'yi yakalayamayacağını hep biliyorduk; ama sayelerinde sabırlı olmanın ne demek olduğunu anladık: tepeden aşağı düşsen de, midende dinamitler patlasa da, her tarafını köpekler pinçik pinçik etse de asla vazgeçme! “Get up Stand Up.. Don't give up the fight!”. Ama hep biliyorduk Polyanna'nın, Şeker Kız Candy'nin ve Heidi'nin peş para etmez salak olduklarını.


Belki de rotamızı bu kadar çizdikleri için hala anıyoruzdur bunları. Susam Sokağı'nı kim inkar edebilir ki?! Mesela, ilk önce “çek çek kürekleri, sür arabanı. Neşeli, keyifli, tasasız çıkar, hayatın tadını” olan dizelerde bir anlam bütünlüğü olmadığı için en sonunda bunun “sür sür arabanı, gez sokakları. Neşeli, keyifli, tasasız çıkar, hayatın tadını” haline gelişi çok önemlidir aslında. Bize hem doğrusal bir mantık dizisinin örneğini sunar hem de bir hayat dersi verir. Nolursa olsun “hayatın keyfini çıkar”. Yaaaa. Hadi bahsetmeden geçmeyeyim. Bir de hesap makinelerini silah gibi tutan, davaları matematik sayesinde çözen dedektifler vardı. Sonradan okuduğumuz Dr. Ecco'nun Şaşırtıcı Serüvenleri'nin ve şimdilerde izlediğimiz Numb3rs'ın öncülleriymiş bunlar. ---Yeter artık, yoksa Yılmaz Erdoğan gibi “Soğuk ve şehirlerarası otobüslerde vazgeçtim çocuk olmaktan/ Ve beslenme çantamda otlu peynir kokusuydu babam” deme moduna gireceğim. Tamam bu şiiri harbiden severim de o modu sevmem aslında...


Bu konuyu yazmaya bir film seyredip de çok sinirlenince karar verdim: Transformers: Revenge of the Fallen - Tranformers: Yenilenlerin İntikamı (2009). Transformers'ın ilk filmini (2007) sevdiğimiz çizgi filmle pek alakası olmasa da izlenebilir bulmuştum. Filmde konu hakkında çok da mantıklı sorular sormanın anlamı yok.Yani en azından ben neden Transformers fimini sevdiğimi yukarıda yaptığım gibi meşrulaştırmaya çalışmayacağım. İlk filmde olay gayet basitti aslında: kendi kaynaklarını yok eden bir ırk -robotlar- başka dünyaları sömürgeleştirir; fakat bu işe devam edebilmek için gerekli olan o ırkın gelmişini geçmişini barındıran ilim-irfan kutusu bir grup “barışçıl” robot tarafından kaçırılır. Dünyamıza kaçırılır daha doğrusu. O “kötü” robotlar bu kara kutuyu bulmak ve akabinde dünyayı sömürmek için dünyaya gelirler. Olay başlar. Küçük bir insan grubu ve koskoca US Army de bir şekilde dahil olur olaya. Ve metropolis robotların boks ringine döner. Tamam, buraya kadar güzel. İyi ile kötünün savaşının en sonunda bittabi İyiler kazanır. Yani, “there is still hope”.


Ama ikinci filmde bu sıradan ve basit konunun dahi içine ediliyor büyük bir özenle (Hep birlikte defalarca tekraralayalım: devam filmleri kötüdür, istisnalar kaideyi bozmaz). En başta, sevimli sarı robotumuz, tabi ki Autobot'lardan, Bumblebee ilk filmin sonunda sevdiğinin peşinden gider, bir avuç kalmış ırkdaşlarını terk eder ve Sam Witwicky'nin (Shia LaBeouf) koruyucu arkadaşlığına adar kendisini. Harbi Autobot'tur vesselam! Oysa ikinci filmde garajda yaşamaya tutsak bir bekçi köpeği olarak görürüz kendisini. Sam normal bir yaşam sürmek için üniversiteye giderken (!) onu yanına almaz ve evde bırakır. Gitmeden önce göz yaşları döken (gerçekten!) Bumblebee'ye evde onu beklemesini, ortalıkta görünmemesini tembihler. Bumblebee'nin ilk film sonunda izleyicinin gözünde edindiği o karizmatik yer, rezil rüsva olmuştur, sürünmektedir.


Sadece Bumblebee olsa iyi ya, diğer robotlar da farklı değillerdir. Gayet gizli şekilde Decepticon'larla olan savaş sürmektedir. Yalnız önemli bir farkla. US Army ile ittifak etmişlerdir. Güya karşılıklı yardımlaşma anlaşması olsa da kıçıkırık Amerikan yüzbaşısı “robotlar hangara” dese tıpış tıpış gitmekte, “robotlar saldır” dese ölümüne ırktaşlarına girmektelerdir. “Komutanım tuvalete gidebilir miyim” havasındalar aslında. Tabi ki bir sür klişe var: en sonunda kendisinden kurnazca (ve Amerikalılarca komik) bir şekilde kurtulanılan, çok bilmiş, “artık yetki bende” diyen, sevilmeyen, şimdiye kadarki politikanın hiçbir işe yaramadığını savunan askerlikten gram nasibini almamış sivil gibi. Ama oysa şimdiye kadar izlenilen yol hep en doğru yoldur. İdeolojiye bak ideolojiye! Geçelim şimdilik...


Her ne kadar çok da geçer sebep olmasa da devam filmleri mutlaka ilk filmden ikincisine nasıl geçeriz diye düşünür. Transformers 2'de Sam'in cebindeki imha edildiği düşünülen kara kutu'nun bir parçası sayesinde başarılıyor bu. O parça, kıymık, çocuğun çantasından düşüyor ve mutfak aletleri canlanıyorlar! Gremlin'ler gibi ortalığı darmadağın ediyorlar ve evi yakıyorlar. Burada iki ihtimal olsa da film söylemiyor: ya mikser, fırın, mısır patlatma makinesi  Decepticon'lar tarafından yerleştirilmiş ajanlar ve kara kutunun canlandırma enerjisi ile aktif hale geçiyorlar ya da her makine önkabul olarak Decepticon. Ama filmin derdi bu değil. O yüzden hangisi bilemiyoruz. Hadi Matrix kadar olamaz zaten de bi Terminator kadar da mı 'makine ve insan'a dair küçücük ima olmaz birader?


İlk filmde hem Autobot'lar hem de Decepticon'lar kendilerini insandan gizleme gereği duydukları için genelde araç formlarında ortalıkta dolanıyorlar: otomobil, tır, vinç, uçak (ama gemi yok. Zaten her robot karada, havada ve denizde hareket edebilirlerken neden gemi yok ki? - gereksiz bir soru). Ama bu kez Decepticon'lar US Army'nin en büyük uçak gemisini ihtişamlı şekilde suya gömerek liderlerini (Fallen) okyanusun derinliklerinden çıkartıyorlar ve dünyaya Sam'i kendilerine teslim etmelerini aksi halde kıyameti kopartacaklarını söylüyorlar. Ama hala tüm robotlar o araç formundalar. Neden? Artık gizlenmiyorlar ama hala bir yere gitmek için otoyolu kullanıyorlar. İşte Transformers olsun da nasıl olursa olsun hesabı.


Filmi öyle bir hale getirmişler ki Autobot'lardan nefret ediyorsunuz. Aslında sadece bu filmin suçu değil bu. İlk filmde kendi geçmişlerini ait olmadıkları bir gezegen için yok eden, aslında toplumsal belleklerini imha eden ama yine de eğlenmeyi bilen, özgürümsü bireylerdi Autobot'lar. Tarihsizleşmeleri ve kendi 'halk'ına karşı savaşmaları belki de özgür iradelerinin tecellisi olarak dahi kabul edilebilirdi. Ama ikinci filmde insanların köleleri durumuna gelişleri ve kendi ırkından olanlara karşı savaşmaları onları bir çeşit 'korucu' haline getirmişti. Hatta Decepticon'lar üremek ve türlerini devam ettirebilmek için bir sürü zahmetle robot embriyonları üretirler. Ancak bu embriyolar yavaş yavaş ölür çünkü yavrucakların acilen enerjiye ihtiyaçları vardır. Filmin 'kötü'sü Decepticon'lar bu yavrucakları kurtarabilmek için güneşi (ve haliyle dünyayı da) yok etmek zorundalar. Oysa karşılarında kendi ırkdaşlarına soykırım yapmaya hevesli Autobot'lar var. Filmde tarih tecelli ediyor yine bir şekilde: birinin kötüsü diğerinin iyisi, birinin özgürlük savaşçısı diğerinin teröristi. Fallen çocukları için çabalayan bir baba figürü değil mi aslında?


Film tamamen aksiyon. Benim için çok da sorunlu bir şey değil bu çünkü iyi bir aksiyon izleyicisi sayılırım. Öyle ki Trucks - Katil Kamyonlar veya Anaconda gibi üçüncü sınıf Amerikan filmlerini bile iştahla izlerim. Yalan yok Transformers bu açıdan gayet iyi. Patlayan Mısır Piramitleri, batan bir uçak gemisi, düşen helikopterler, bombalar, tanklar, makine yiyen makineler, taraf değiştiren robotlar....


Ama yine de bu film çok sorunlu yahu. Aksiyon filmlerinin dahi kendi içinde tutarlı olmak zorunda kaldıkları yerler vardır. Mesela Crank: High Voltage - Crank: Yüksek Voltaj'da Chev Chelios (Jason Statham) ile Eve Lydon (Amy Smart) atların yarış halinde olduğu hipodromun ortasında herkesin gözleri önünde sevişirler. Çünkü filmin göstermek için memeye, Chev'in ise sarj olmak için sürtünmeye ihtiyacı vardır!


Transformers 2'nin yapımcıları ise ilk filmi bir çok kişinin Megan Fox için izlediğinden hareketle, Fox'u ikinci filme de dahil etmişler. Filmde bol bol (Allah'a şükür) Megan Fox'un memelerini ve bacaklarını izliyoruz (ve de mest oluyoruz). Ama kardeşim Mikaela'nın (M. Fox) filmde hiçbir fonksiyonu yok. Habire Sam'in arkasında robotlardan kaçıyor veya bomba yakınına düşünce şöyle bir savruluyor. Tek işlevi var: Sam ölüyor gibi olduğunda “seni seviyorum, uyan daha sevişeceğiz” demesi ve akabinde Sam'in uyanıp misyonunu tamamlaması. Haaa tabi bir de köpek boyutundaki bir dönek robotun Mikaela'nın bacağını becermeye çalışması var. Vayy. Fox'umuz robot-köpeklerin bile fantezi dünyasını işgal ediyor.


Yapımcılara tek güzel yetmemiş olacak ki kadroya poposu harika bir afet daha eklemişler (yine Allah razı olsun), bundan sonra bol bol görmeyi umduğumuz Isabel Lucas'ı. Ama Megan Fox'tan daha afili bir rol üsleniyor filmde. Gelgelelim gözleri az biraz Alice'den (I. Lucas) ayırıp düşündüğümüzde filmin bir çok fasosuyla daha karşılaşıyoruz. Zira Alice bir Decepticon'dur ama bir şekilde insan formundadır. Allem eder kallem eder Sam'i yatağa atar. Mikaela onları uygunsuz bir pozisyonda yakaladığında süper mini eteğinin altından çıkan robot kuyruğu ile Sam'e saldırmak üzeredir. Eeee öyleyse sorular:


1. Madem robotlar insanlar arasında saklanmak istiyorlardı vakti zamanında ve insan formuna transform etme teknolojisine sahiplerdi, neden hepsi insan olmadı? Olası yanıt: boyutlarından dolayı. O zaman takip eden soru: Peki bir tır (Optimus Prime) nasıl gökdelen boyutunda olabiliyor o zaman?


2. Alice'in metal kuyruğunun Sam'in kafasına hücumu Spider-Man 2'deki Dr. Octovius'u (Alfred Molina), bir Decepticon'un bilgiye erişmek için seksi bir dişi haline gelmesi X-Men'deki Mystique'yi (Rebecca Romjin) ve gerçek öğrenilsin diye Sam'e böcek formundaki bir robotun yutturulma hadisesi Matrix'teki Neo'yu (Keanu Reeves) gereğinden fazla hatırlatmıyor mu?


3. Hatunun illa bilgi alması için hedefini yatağa atması mı gerekiyor? Eh, James Bond filmleri biraz da Bond Kızları sayesinde hatırlanıyorsa, pazarlama için gayet de mantıklı bir seçim. Baksanıza biz bile filmi konu eden bir blog sayfasına kaç tane 'güzel hatun' fotosu koyduk...


Velhasıl kelam, bu filmi izlemeyi düşünenler, boktan bir senaryoyu, metalik gıcırtıları, gri ve duygusuz robotları, birbirinden berbat oyunculukları, sayısız klişeyi ve habire inatla önünüze sürülen Megan Fox'un memelerini de göz önüne almalı. Filmdeki aksiyon yoğunluğuna ve güzel kadınlara rağmen bitse de kurtulsak dediğim bir film oldu benim için. Ama bana bu kadar şey de yazdırdı. Yine de neden bu filme bu kadar sinirlendiğimi yazayım: bu film o güzelim çocukluğumuzdaki efsane Transformers'ın katili! Hala Bumblebee'nin, Optimus Prime'ın, Starscream'in, Ironhead'in adını hatırlıyorum o çizgi filmden. İçine etmişler efsanenin. Film belki de tek bir açıdan iyi; filmden iyi wallpaper çıkıyor :)



----------------------------------
Hadi bir de son not olsun: Filmi Michael Bay yönetmiş. Daha önce bizim için bir başka efsane olan The Rock - Kaya (1996) filminin de yönetmeniymiş. Bildiğimiz diğer filmleri Armageddon (1998), Pearl Harbor (2001), Bad Boys 2 - Çılgın İkili 2 (2003) ve The Island - Ada (2005) imiş. Anlaşılan aksiyon sahnelerini boşuna sevmemişim. Yalnız bir şey daha dikkatimi çekti, Bay'in yönettiği diğer filmlerde 'seksi kadın' faktörü o kadar da önemli değilmiş Transformers'a kadar. (Şimdi Armageddon'un Liv Tyler'ı ile Megan Fox'u da bir tutmayalım lütfen). Demek ki işin hinliği yapımcılardaymış....