ben

merhaba. burada üzerine iki çift laf et diye dürtüp duran kitaplar bazen de filmler hakkında yazıyorum. niyesi yok. bir çeşit not defteri işte. tutamadım kendimi, benim de edecek iki lafım var derseniz, salın kendinizi, ekleyin metnin orasına burasına. yok illa sana doğrudan yazacağım derseniz guhercile@gmail.com'a da yazabilirsiniz.

22 Ağustos 2010

runaway jury

halkın adaleti.......

Ne büyük devrimci bir slogandır halkın adaleti! Halk o kadar iyi bir şeydir ki varlığı hakkaniyet ve adalet, yokluğu ise cehalet ve atalettir. Halk adaletin kendisidir; eğer şimdi adaletsizliğin hüküm sürdüğü zamanları yaşıyorsak, bunun en büyük nedeni halkın adalet denilen mekanizmaya uzak kalmışlığıdır (tersi de eş şekilde geçerli: adaletin halk denilen organizmaya uzak kalmışlığıdır). Halk adaletini uygulamaya başladığında, işte o zaman güllük gülistanlık bir dünyada yaşayacağız; dünya cennet olacak, hatta denemediğimiz ve merak ettiğimiz bir o kaldı diye hepimiz tutup biseksüel olacağız.


Halk adalet uygulamasının gerçekten iyi bir şey olup olmadığından ben nedense pek emin değilim. Neticede hepimizin tüylerini diken diken ettiğini düşündüğüm linç hadisesi de bir yerde 'halkın adaleti' olarak okunabilir. Eyvallah, slogandaki adaletin bu olmadığını biliyorum ama o halk denilen mefhumun kendisini pek bilmiyorum. Ama bildiğim, gördüğüm kadarıyla pek öyle bel bağlanacak bir şey de değil. Slogandaki asıl sorun şu: yaşanılan adaletsizliklere yaklaşım için 'halk' kavramının kirlenmemiş saf bir referans noktası olarak kullanımı (Saul Newman sağolsun). Yani adaletin olup olmaması ancak o hareket noktası sayesinde yanıtlanabilir. Öyle ki halk o adaletsizlikler dünyasında tertemiz kalabilmiş/kalabilen gayri politik, propagandaya ve ideolojik araçlara bağışık bir özne. Eğer adalet olacaksa bu, bu halk ile olabilecektir.

Hemen bir düzeltme gireyim bu noktada: mevzubahis olacak bir devrim neyim yoksa -ellerimiz mahkum- buradan, bu kapitalizmin içinden konuşuyoruz. O zaman, adaleti uygulayacak ve gözetecek olan temiz öznemiz halk gibi müphem bir kavram değil de anayasada tarfilenen şeydir: vatandaş. İdeolojiden hareketle halk cahil, karmaşık ve hayvaniyken; vatandaş bilinçli, modern ve politiktir. Mesela ortada linç varsa onu yapan halktır. Vatandaş ise halk gelince plajları terk etmek zorunda kalandır.


Neyse. Konumuz vatandaşın aktif olarak adalet mekanizmasına yani yargı sistemine dahil olduğu Amerikan Juri sistemi. Aslında konumuz bu değil; bu izlediğim filmin konusu. Film: Runaway Jury - Juri.


Daha derin araştırmaya yapmaya üşendim. Sadece Wiki'ye ekşi'ye falan baktım. Ama sanırım çok da yanlış anlamamışım süreçleri. Bu Amerika Juri sistemi denilen hadise zırvalık gibi geldi bana. İzlediğim film salt bu sistemin eleştirisini yapmıyor gibi görünüyor (başka bir derdi var) ama üzerine çok şey söylüyor. Kaba haliyle, jüride görev almak bir vatandaşlık görevi. Bir gün eline bir kağıt geçiyor bilmemne zaanki juri seçimlerine katılmanız bekleniyor diye. Siz de eliniz mahkum gidiyorsunuz. Belki buradaki gibi çakma bir rapor ayarlayıp gitmeyenler de vardır. Ama habersiz gitmezsen ceza alıyorsun: para veya hapis. Sonra davanın tarafları yani avukatlar (ve savcılar) hakimin gözetiminde jüri adaylarını sorguluyorlar ve kabul veya red ediyorlar. Ama öyle sınırsız reddetme hakları da yok. Atıyorum sadece 10 kez red diyebiliyorlar. Jüriye kabul edilenler yaptıkları bu kamu görevi için para alıyorlar ama mahkemede nihai karara ulaşıncaya kadar da bir yerde özgürlüklerinden fedakarlık ediyorlar.


Artık gerçekten var mıdır yok mudur bilmem davalarda jüri adaylarını araştırıp seçiminde avukatlara yardımcı olmak için şirketler var. Bu şirketler jüri adayları incik cincik inceliyorlar. Jürinin geldiği mahalle, okuduğu okullar, tuttuğu beyzbol takımı, üye olduğu dernekler, klüpler gibi background hikayeleri yetmezmiş gibi bir de peşlerine adamlarını takıp bu jüri adaylarının pubda, işyerinde, laundry'de falan kimle neyi konuştuğunu tespit edip bir profil çıkartıyorlar. Bu profili juriye sorulan kritik bir soru ile teyit ediyorlar ve red veya kabul denmesini salık veriyorlar. Tabi ki karşılığını alıyorlar bu hizmetin, ziyadesiyle.


Yani güya tam bağımsız olan veya tam bağımsız olacağı varsayılan jüri, aslında kendi kişisel geçmişleri ve ilişkileri ile davada yer alıyorlar. Ortada garip bir satranç oyunu oynanıyor çünkü avukat 10 kişiyi beğenmeyip hayır dediği an geriden gelecek beki de daha kötü jüriye evet deme durumunda kalıyor. Bu nedenle şirketlerin bu hizmetine para ödüyorlar.

Jürinin söz konusu olduğu mahkemelerde (daha doğrusu bu mahkeme filmlerinde ve dizilerinde) adaletin nasıl işlediğinden çok avukatların dramatik performanslarına şahit oluruz. Boşuna değil herifler ön konuşma - son konuşma gibi şeylere ayrı çalışıyorlar. Eldeki kanıtların ne derece geçerli olup olmadığı, bu konuda hiç kafa yormamış, konu ile ilgili yasalardan mevzuatlardan bihaber 20 kişilik bir gruba kalıyor. Onlar da hukuka, yasaya falan değil de avukatların dramatik performanslarına bakıyorlar. Böylelikle jüri tecavüzcüyü veya katili cezadan kurtarabilir. Tabi temyiz yolu açık olmak üzere. Avukata düşen asıl rol ise gala ve premiyerde harikalar yaratmak.


---Hayvan gibi spoiler---

Filmimiz John Grisham'ın bir romanından uyarlanmış. Bir şirkete bir nedenle baskın yapılır ve baskını yapanlar karşılarına çıkanları öldürür. Baskında ölenlerden birinin karısı kocasının ölümüne aracı olan silahı üreten şirkete dava açar. Çünkü ona göre tetiği çeken kadar üreten ama kime sattığını göztemeyen de suçludur. Makul. Ancak açılan dava bu konudaki ne ilk davadır ne de son olacaktır. O zamana dek açılan davaları hep silah şirketleri kazanmıştır (çünkü onlar sadece üreticidir. Bu açıdan kraker üreticisinden bir farkları yoktur)


Başarılı, azimli ve pek tabi idealist (bu ABD sinemasında çoğu zaman züğürt anlamına da geliyor) avukat Wendell Rohr (Dustin Hoffman) davada davacıyı temsil eder. Davalı taraf ise juri seçiminde ve türlü yollarla jüriyi manüple etmede üzerine olmayan Rankin Fitch (Gene Hackman) ile anlaşıyor ki önceki silah şirketlerine karşı açılan daha önceki davalarda da juriyi o belirlemiştir. Tam bir piçtir. Ama işini iyi yapan bir piç. Jüri adayına sorular sorulurken Fitch'in uzay gemisinin kaptan köşküne benzer ofisindeki sayısız ekranda aday hakkında bilgiler beliriyor. Film için -daha doğrusu biz izleyenler için- abartılı olsa da toplanılan ve faydalanılan istihbarat hakkında iyi bir fikir veriyor. Rohr'un da juri seçme danışmanı var (Jeremy Piven) ama o içgüdülerine güvenmeyi seçiyor çoğunlukla -çünkü o bir idealist !!


Filmin asıl konusu pek tabi jüri sisteminin getirdiği sorunlar değil. Ya da genel çerçevede 'adalet' sorunu da değil (Bunun için harika örnek: Devil's Advocate - Şeytanın Avukatı). Filmin asıl odak noktası silah sanayi ve serbest silah satışı. Biliyoruz ki ABD'de tartışılan 3 ana konudan biri bu silah serbestisi. Diğerleri de kürtaj ve Kim Kardasian'ın fazla büyük götü. ABD'de bu sorun şöyle ortaya konuyor genelde: Silah şirketleri her ne olursa olsun kar etmek için hareket ederler. Bu hedefleri uğruna ne kutsal Amerikan değerlerini takarlar ne de evrensel insani ahlak değerlerini umursarlar. Yani herşey meşru ve güzeldir de tek hatalı olan silah üretenlerin kar hırsıdır.


İşte bununla mücadele için Nicholas Easter (John Cusack) ve sevgilisi Marlee (Rachel Weisz) bir plan yaparlar. Nicholas hileyle hurdayla kendisini o dava için juri adayları arasına sokar. Jüri adayı seçen şirketleri atlatabilmek için bir Amerikan vatandaşının asla yapmaması gereken bir şeyi yapar ve yargıçtan kendisi juriden affetmesini talep eder. Yargıç kızar, azarlar, ona Amerika'yı Amerika yapan değerleri hatırlatır . Fitch de bu aceleci genç jüri adayını nasılsa bir an önce karar vermek isteyecek diye sevinçle onaylar. Rohr da bir hissiyatla onaylar. Ve tatata, Nicholas jüridedir! Türlü oyun oynarlar ve davanın taraflarına jüriyi istedikleri gibi yönlendirebileceklerini gösterirler. Nicholas içeride Marlee dışarıda mahkemeyi yönlendirmek için avukatlardan para sızdırmaya çalışırlar. Fitch silah endüstrisinin müthiş baskısına daha fazla dayanamaz ve sevgililerin istedikleri parayı vermeyi kabul eder. Olur da biter. Mahkemeyi davacı yani Rohr kazanır! Silah üreticileri yüz milyonlarca dolar tazminat ödemeye mahkum edilirler. Fitch davayı kaybettiği için hem silah üreticilerinden alacağı parayı alamaz, hem de Marlee ile Nicholas'a verdiği paradan da olur. Dahası silah üreticilerinin tehditlerinden dolayı kaçacak saklanacak delik arar. Rohr 'işte Amerika, işte adalet' filan der. Bu sırada Nicholas ile Marlee ne korkmuşlardır ne de tırsmışlardır. Mutluluk içindelerdir. Çünkü bunlar vakti zamanında bir okul baskınından kurtulmuşlar, hatta bir arkadaşlarını mı kardeşlerini mi ne kurban vermişler. Ama o zaman açılan davada silahçılar yine beraat etmiş, onları savunan da Fitch imiş! İntikam soğuk yenen bir yemektir.


Film boyunca jüriler üzerine envai çeşit oyun oynanıyor. Sürekli psikolojik baskı altındalar. Bazen de açıktan tehdit ediliyorlar. Jüri heyetinden kimisi şu iş bitse de gitsekdiye hemen bir karar vermek istiyor kimisi de elindeki güçle mutlu ve mesut (Tanrı kompleksi). En sonunda güya akıllarıyla, güya vicdanlarıyla karar veriyorlar. --Ama dediğim gibi elde bu malzeme varken filmimiz hala silahla uğraşıyor. Sanırım yememiş Amerikan huuk sistemine laf etmek.

Başa dönersek; halkın adaleti, vatandaşın adaleti, jüri, ihtiyar heyeti... Bu jürili adalet sistemi hem halkın dahiliyeti hem de herkesin savunma yapabilme hakkı ile halkın adaleti midir? Çok mu bağımsız bu? Kanımca bir toplumun tüm bağnazlıklarını taşıyan bir sistem bu. Düşünsenize buralarda diz kapağı göründü diye karısını öldüren bir adama hangi jüri ne ceza verirdi? Veya ramazanda sevgilisini sokakta öptü diye bıçaklanan birini kim savunurdu? Ya da atıldığı işine dönmek için dava açan bir transeksüele ne derdi o jüri? Hassas konulara girmeye bile gerek yok aslında. Hele biri Kürt desin, Ermeni desin o zaman görürüm ben. Yok yok yemişim halkın adaletini.

Ben şimdi elitist mi oldum? Yoksa benim oyumla dağdaki çobanın oyunun kıymeyi aynı, ama haksızlık bu diyen Pelin Batu'mu oldum? Veya monşerleri savunan Cumhuriyet okuru bir statükocu mu? Bilmiyorum da bu yargı bağımsızlığı denilen zaten yavşak bir mesele. Ne zaman bağımsız olmuş ki bu yargı? Siyasetten? Yargı fırsat bulursa siyasete karışır, siyaset fırsat bulursa yargıya. Asker fırsat bulursa ikisine de karışır, hatta ağzına sıçar. Şimdi kimse dangalakça sivil vesayet / askeri dikta / yargı egemenliği / güçler ayrılığı deyip demogoji yapmasın. Asıl olay: herkes kendi önündeki boku yesin! Haaa referandum mu? Rezil rüsvalığın iki farklı şeklinden birini seçmek için sandığa gideni öpsünler. İllaki gidecekler olanlar da şunu desinler: “yetmez ama yaneee!”.


Film hakkında gereksiz son sözler: Önce dedikodu mahiyetinde bir şey. Oyuncu okuluna devam ederlerken bu iki usta oyuncu, Dustin Hoffman ile Gene Hackman aynı öğrenci evinde kalıyorlarmış. Artık bulaşık sırası kimde yüzünden mi aidatı kim verecek yüzünden mi bilinmez, bunlar bozuşmuşlar, mezun olup bilinen oyuncu olduklarında hiç karşı karşıya oynamamışlar. Ta ki bu filme kadar. Bu filmde de öyle ahım şahım oyunculuk sergilemiyorlar ama ikisini aynı ortamda görmek nolursa olsun keyifli. Gene Hackman kötü adam rolünü Dustin Hoffman da idealist iyi adamı her zamanki gibi iyi oynamışlar ama artık zorlanmıyorlardır heralde. Hep aynı tiplemeler artık neticede.

Cussack tamam bildiğimiz gibi ama o bakışlar hala çok can sıkıcı. 

Ama Weisz iyi ki var bu filmde. Üniversiteli her solcunun aşık olabileceği bir tipleme. (Nasıl bir iddiaysa bu?!)


Yönetmeni tanımıyorum ben: Gary Fleder. Daha çok tv dizileri yöneten bir adammış. Ama birkaç filmini de izlemişim yine de: Kiss the Girls - Kızları Öp ve Don't Say a Word - Sakın Konuşma. Bende pek bir şey bırakmamış filmler. Bu filmde pek yönetmenlik bir iş de yoktu zaten. Neyse film izlesek mi diyecek olanlar varsa hala, onlara cevabım: “yetmez ama yanee!” 

Hiç yorum yok: