ben

merhaba. burada üzerine iki çift laf et diye dürtüp duran kitaplar bazen de filmler hakkında yazıyorum. niyesi yok. bir çeşit not defteri işte. tutamadım kendimi, benim de edecek iki lafım var derseniz, salın kendinizi, ekleyin metnin orasına burasına. yok illa sana doğrudan yazacağım derseniz guhercile@gmail.com'a da yazabilirsiniz.

9 Mart 2012

Sincap

Rukas’ı okuduktan sonra uzun süre Banknot Üçlemesi’nin diğer kitaplarını aradım durdum. Uzun bir süreçten bahsediyorum. Aklıma kitabın geldiği ama adının hatta yazarın isminin gelmediği anlar dahi oldu. Rukas’ı harbiden çok sevmiştim. İsmail Güzelsoy’un kitaplarını bir internet kitapçısında görünce tutamadım kendimi, gördüğümü aldım.

Artık benim için bir efsane haline gelmiş olan Rukas kadar olmasa da Sincap’ı da beğendim. Kurgusu daha yalın ve daha az incelikli olsa da. Serinin ilk kitabı olduğu için olsa gerek Sincap daha gerçekçi bir üslupla yazılmış, hayatla mesafesi daha az olan bir roman. Sincap diye güzel bir kalpazanımız var. Bir de yol arkadaşı devrimci şair İskender Sof. Şair ihanete uğramış, jurnallenmiş. Kaçarken sürekli olarak kendisine kimin ihanet ettiğini sorguluyor. Sonra aslında kim yerine neden sorusuna yanıt aradığının farkına vardığında bu ona huzur verebilecek yegane şey haline geliyor. Yol arkadaşı Sincap ise akıllı bir adam. İntikam için uzun yıllar plan yapıyor ve uyguluyor.

Bu kitabı benim için okunur kılan tek adam da işte bu Sincap oldu. Hele İskender Sof’un kendi iç sorgulamaları, yetmedi peşlerindeki polisin vicdani hesaplaşmaları romanı katmanlaştırma çabalarının ürünü herhalde. Yazarlar okurun okurken sürekli olarak metni kazıyıp durduklarını sanıyorlar muhtemelen. Bu kitap sadece bir kaçış romanı olsaydı, derdini o tekli düzlemde anlatsaydı çok daha güzel olurdu. Hem daha etkili bir anlatım olurdu. Böylelikle Güzelsoy’un sinematografik sahneleri (Haydarpaşa garında geçen ilk bölüm) de daha elde kalır olurdu. Aksine bir seferde daha çok şey de(ne)mek istemiş yazar. Sof’un şiirlerini de okuduk, peşlerindeki polisin takipteyken o şiirlerle kurduğu masalsı ilişkiyi de ama hepsi Sincap’ın güçlü öyküsü arasında kaybolup gitti. Romanın sadece bir anlatım biçimi olmadığını doğru; ancak derdine araç olacak etkili bir anlatım biçimidir. O etkiyi sağlam tutmak gerek. Tersten okusaydım, yani önce Sincap’ı sonra Rukas’ı okusaydım büyük ihtimal anlatım farklılığından dolayı Güzelsoy’un anlatımının güçlendiğini söyleyip günü bayram eylerdim. Şimdi 3lemenin 3. kitabını bulmalıyım.

Güzelsoy hakkında ne yazılmış çizilmiş diye ararken doğru düzgün çok bir şey bulamadım. Okur kitlesi sınırlı anlaşılan ya da okuyanları pek bencil, paylaşmıyorlar. Elimde cinairoman.com var. O sağlam ama. Şurada da yazarla yapılmış bir söyleşi var. Bazı yerlerde ettiği laflar çok büyük geldi bana. "Mehmet Murat Somer kitapları İspanya’da basıldı. Siz ne dersiniz bu işe?" sorusuna verdiği yanıta bakın:

“Bence bu gibi şeylerin önemi yok. Türkiye’de bir eziklik var, sanki yabancı bir ülkede okunan bir kitabın değeri daha fazlaymış gibi. Diğer ülkelerin okuru daha mı kaliteli. Bir zamanlar en beğendiğim okurlara sahip olan İngilitere’de Dan Brown’un iki kitabı birden bestseller oldu. Bu durumda benim kitabım İngiltere’de okunsa ne olur, okunmasa ne olur?”

Ne komik bir yanıt! Sana diğer ülkelerin okuru daha kaliteli denmemiş ki. Bir yazar daha fazla kişi tarafından ulaşılabilir olmayı istemez mi? Ben yazsaydım farklı kültürlerde kitabımı bir okusun isterdim. Ayrıca Dan Brown’a ne bok atıyorsun ki? Savunmak bana düşmez de beğen beğenme adam araştırmış, yazmış güzelce. İnsanlar da takdir etmiş. Aynı Dan Brown’un tüm kitapları Türkiye’de de bestseller oldu. Yerse benim kitabım Türkiye’de okunsa ne olur okunmasa ne olur desene! Ayıptır Güzelsoy…  
    

7 Mart 2012

Tepelitaklak

İzmir iyidir, güzeldir, hoştur. İzmirliler (ve de yolu İzmir’e düşenler) İzmir dışında yaşamayı zinhar istemezler. Öyle ki İzmir’den ayrılmak zorunda kalanlar ilk fırsatta İzmir’e geri dönerler ve bir daha hiç gitmezler. Hatta denilebilir ki İzmirliler için İzmir vazgeçilmezdir –haricilere terk edilemeyecek kadar. Ve de hariciler için İzmir Kızıl Elma’dır, hep gidilmek istenir de bir türlü gidilemez.

Hayatının bir dönemini İzmir’de geçirmiş biriyle konuşursanız İzmir’i öve öve bitirmez. Yukarıdaki önermeleri tekrar edip durmakta beis dahi görmezler. Amma, bu sözleri ederken hep İzmir dışında ikamet ederler. Muhtemelen İstanbul’da, hatta Ankara’da. İzmir mutlaka dönülesidir. İzmir dışındayken ulaşılacak olan ütopyadır da içindeyken antitopya (heteretopya  daha doğru) mıdır? Çok iddialı ve hep sorulageldiği için de inatçı bir soru. Ve yanıtı benim için elzem bir soru. Aciliyeti yok, ben yine de İzmir’e gitmek isteyenlerdenim.

Hadi şimdi İzmir’in bir sürü bahanesi var. İktidara gıcıklar, para alamıyorlar, yatırım yok, üstüne üstük seçilmişleri çeşitli kovuşturmalarla hapse giriyor vs. iş yok, güç yok; o nedenle insanlar çok istese de İzmir’de kalamıyorlar. İyi de benim zamanımda da üniversite sınavına giren bir öğrenci için İzmir bir Ankara, İstanbul değildi. İzmir bir üniversite kenti olmadı. Hep entellektüellerin yazlığı olarak kaldı. Bilime, kültüre hep kiracı. İzmirli tayfanın kendini ilk fırsatta Ankara, İstanbul’a atmasının makul gerekçesi buydu galiba. Benim içinse İzmir çok yakındı, ve üniversite denilen aileden makul uzaklıkta geçirilmesi gereken bir dönemdi. Tepelitaklak işte bu İzmir üniversitelerine girişerek başlamış işe. Arka kapak tanıtım yazısındaki gibi, akademiye içeriden çok pis vurmuş.

Kitaplarda olayları geçtiği mekanları fazla ciddiye alıyor olabilirim gerçekten de. Tepelitaklak’ın kapağı İzmir Konak saat kulesi olunca başka bir seçeneğim de yoktu gerçi. Bir ‘İzmir romanı’. Ben öyle okuduğum için değil Sipahioğlu öyle anlattığı için. Romanın bazı bölümlerinde uzun uzadıya bir İzmir hali anlatılıyor. Velhasıl kelam suç benim değil.

Sipahioğlu İzmir’i sevmiyor. Bu ‘şirin mi şirin’ Ege kentine yönelik hoşnutsuzluğunu pek saygın Profesörümüz üzerinden dile getirmiş. Adı Bülent Çağlar. O Profesörün ezikliği, hırpaniliği ve iğrençliği doğrudan İzmir’e yöneltilmiş. Son yıllarda okuduğum kitaplardaki hiçbir karakterden bu denli nefret etmemiştim. Profesörü düşünürken gerçekten çileden çıkıyorum. Camus’nun Yabancı’sı ve Guy de Maupasant’ın öykülerindeki kişilere karşı da aynı şeyi hissetmiştim. Varoluş edebiyatının bir türlü var olamayan absürd kişilerinden biri bu Hoca.  Karşıma çıksa, dokunmaktan iğrenmesem, bu adamı döverim den.

Sanki Hoca iğrenç bir adam da asistanı Tayyar Zebil düzgün bir adam mı? Neyse, anlatmıyorum spoiler dolacak yoksa. Şunu söyleyeyim ama: bu Tayyar’ın babası iğrençlik yetisi olarak Hoca’dan hiç de geri kalmayacak bir adam. Romanın güçlü karakterleri arasında en sağlam olanı. Hoca’nın elinde bir raket, babasının elinde bir diğeri, ortaya almışlar Tayyar’ı, oynuyorlar, bir o vuruyor bir diğeri. İki işe yaramaz otoriter figür (dikkat birisi baba, diğeri hoca) arasında bir türlü gelişip özgürleşemeyen, büyüyüp serpilemeyen bir zavallı. Ciddi bir otorite eleştirisi. Tam da varoluş edebiyatından beklenebilecek kadar natüralist bir gerçekçilik hamlesi!

Sırasıyla hocadan, babadan ve oğuldan nefret ettim. Bunlar olurken İzmir’den nefret etmeye başlamadığım için şanslıyım sanırım. Hadi ben bu kitabı okudum ve yine de İzmir Allah İzmir diye tutturuyorum ama keşke eşim okumasaydı. Kitabı ilk onun okumasının getirdiği talihsizlik; yoksa yemin billah okutmazdım ben bu kitabı ona*. Nasip! Çıkmadık candan umut kesilmez-miş.

Not 1: Eşimin önce bu kitabın yarattığı travmaların üstesinden gelmesine yardımcı olacak sonra da ona İzmir’i sevdirecek İzmir kitapları tavsiyelerine ACİLEN ihtiyacım var. Bilenler duyanlar esirgemezlerse çok mutlu olurum. Şimdiden şükran!

Not 2: Kitapta en çok Bafa Gölü çevresinde gelişen Pamuk Ördek öyküsünü beğendim. Kitapta kuş gözlemcileri için eğlenceli bölümler var. (Küçükten spoiler: Pamuk Ördek hikayesi gerçek değil. Çok merak ettim, araştırdım ama izine rastlayamadım) Unutmadan,  Tepelitaklak Pamuk Ördek ile aynı şey.

Not 3: Bu metinde istenilenden fazla “İzmir” denmiştir, affola, isteyerek oldu.

* Okuyun, pişman olacağınızı sanmam. Ben ve eşim çok beğendik. Ailecek beğendik, evet, maaile. O zaman güzeldir. 

14 Şubat 2012

Şeriati üzerine

[Blogumun nadide takipçisi lajvard İslam Nedir? Muhammed Kimdir? başlıklı yazım üzerine iki cümle kurmuş -kendi deyimiyle. O iki cümle öyle sadece yorum/kelam kısmında kalacak iki cümle değildi. Buraya taşıdım kendisinin izni olmadan. Daha üzerine düşünülecek, yazılıp çizilecek çok şey var Şeriati hakkında. Devamı pek tabi gelecektir umarım. İşte bu yazı o 'iki cümle' yazan lajvard'dan] 


kitaplıkta halihazırda dört kitabının olduğunu farkettiğimde şaşırdığımı hatırlıyorum. "bir ara okumalıyım" düşüncesiyle kaç sene geçirdiğimi bilmiyorum bile. neyse ki biri alıp koymuştu işte oraya. yine de bulduğum kitaplar okuyanın dinsel kabullenişinde ufak bir rahatsızlık, o da olmadı şeriati'ye karşı olumsuzluk yaratmış gibi görünmüyordu. (tersi durumda dinsel, siyasal her türlü tartışma evde beni bulduğundan haberim olurdu mutlaka) 

emin olamadığını öteleme duygusundandır belki, bilinmez ama söyleminden etkilenmeden şeriati'yi sahiplenen çok fazla insan var. misal, "şeriati çok mühim bir isim" demişti biri "dine karşı din"i elimde gördüğünde. tepkisi, milli görüşe yakınlığından ziyade, sistemin önemli aktörlerine yakınlığı nedeniyle de önemliydi benim için. ilginçtir ki; aynı kişi şeriati takipçisi diyebileceğimiz ihsan eliaçık için demediğini bırakmıyordu. eliaçık siyasiydi. ya ali şeriati? ihsan eliaçık sürekli iktidara yükleniyordu. dine karşı din'deki firavun-hükmetme ilişkisi gelmiş geçmiş hangi hükümete denk düşmez? ihsan eliaçık kendi reklamını yapıyor. evet, sürekli "dün şurada konuştum tıklayın izleyin" modunda dolaştığının ben de farkındayım bir süredir. şeriati'nin kitapları da kendi konuşmalarından derlenmiş. şöyle bir baktım da, fikirlerini duyurmak için epeyce konuşması gerekmiş.

esasında tuhaf bir yerde duruyor şeriati. türk solunun sahiplenmedeki aceleciliğini ya da peşinen reddediş nedenlerini anlamak, sünnilerin şeriati ikileminin yanında kolay bile sayılabilir. çizginin muaviyenin şekillendirdiği tarafında olma fikri yeterince rahatsız ediciyken -ki abdulbaki gölpınarlı aynı şeyi söyledikten sonra çizginin öbür tarafı daha fena bozuldu diyerek teselli ediyordu hiç değilse- şeriati ister sünni olun, ister şii; hiçbir şey sandığınız gibi değil diyor. 

şu hayatta en çok akıl karışıklığı ile sorun yaşamayanlara özeniyorum. sapitanlar.com'a bir gözat istersen. saydıracakları insanları diyalogcular, reformistler diye gruplandıracak kadar titiz çalışmışlar. sıkıntıya iyi geldiği kesin, baş ağrısı yapabilir.

Baharda Yine Geliriz

 Ankara’yı sevmek için kendimi zorlarım kimi zaman. Ondan kolay kolay kurtulamayacağımı kabullendiğim anlarda. Ankara illa ki sevilecekse yaşanmışlıklarıyla sevilir diye Ankaralı yazarlara giderim. Belki benim bilmediğim, anlamadığım bir şey vardır bu beter kentte diye. Bir de onlar anlatsınlar şu sokakları, binaları. Allanmış pullanmış bir Ankara belki daha güzeldir? Belki daha yaşanılasıdır? Belki daha sevilesi?

Baharda Yine Geliriz kitabını alıncaya kadar Barış Bıçakçı’yı bilmiyordum. Bir arkadaşla tavla oynadık. Yenilen yenene içinde Ankara geçen bir kitap alacaktı. Yendim. Kitapçıda o kapak fotoğrafını görünce ‘bunu istiyorum’ dedim. Ankara’nın başlangıcı benim için işte o fabrika görüntüsüdür. Ankara’daki ilk yıllarım benim solculuk yıllarımdı. Her eyleme gitmeyi, her boka girişmeyi devrimcilik bellemiştik. ‘Takıldığımız’ grup eylem kortejine Maltepe’den başlayıp hep o caddeden katılırdı. O zamanlar o fabrikanın altından sarılı kırmızılı kortejler geçerken bunun iyi bir fotoğraf olacağını düşünürdüm. Fabrikayı işgale hazırlanan kızıl bayrak. Artık o fabrika işçinin olacak. Fabrika özgürleşecek. Ortodoks hödük solculuğun dibiydik yani. Fabrikanın özgürleşemeyeceğini zira fonksiyonu köleleştirmek olan bir şeyin özgürlükle bir işi olamayacağını o takıldığımız gruptan arkamıza bakmadan kaçınca fark ettik. O hödüklük o gruptan mıydı yoksa o grupla takılmayı marifet sanan gençliğimizin salaklığı mıydı, hala bilmem. Bunca şey demekti o yıkık dökük fabrika benim için. Anlaşılan o fabrikaya takılıp kalan tek ben değilmişim. Sahi ne oldu ki o bina/fabrika?

“Bu berbat şehirde görüp görebileceğiniz en güzel şeyin terk edilmiş bir fabrikanın kara yıkıntısı olması saçma ya da gülünç mü? Değil!”

Kitabı aldıktan sonra estetize edilmiş bir Ankara okumak için Barış Bıçakçı okumanın çok da doğru bir seçim olmadığının ayrımına vardım. Öyle ki Bıçakçı da en az benim kadar nefret ediyor Ankara’dan. Bir farkla. O bunu üretkenliğe taşıyor, bense Ankara’yı içimde bir yük gibi taşıyorum. Baharda Yine Geliriz Ankara’yı sevdirmez. Hatta sizin içinde ola ola artık farkına bile varmadığınız pis bir Ankaralılık halini yüzünüze çarpar. Çaat diye. Bu 106 sayfalık kitapla B. Bıçakçı’yı çözdüm demiyorum elbette. Ben Ankara’yı çözdüm! Evet, nefret ediyorum.

Bir şekilde bulaştığım öykü okumaya devam ettim bu kitap sayesinde. Öyküye daha yeni yeni alışan ben, bu kısacık öykülerle ne yapacağımı bilemedim. Kimisi 2 sayfa sadece! Kurguya öylesine alışık bu bünye uyum sağlayamıyor bu duruma. Bıçakçı’nın ortalama insanlık hallerimizi –buna Ankaralılık hali demeyi de tercih edebilirdim- aktarmış güzel bir yalınlıkla. O hallerle kesiştiğiniz çok yer var. Demek ki Ankara’da size özel gelen hiçbir şey size özel değil-miş. Diğer yerlerde nasıldır bilmem. Aynı olayları aynı kişilerle dönüp dönüp yeniden yaşa. İşte!
Güya kitabı anlatıyorum ya kitap arada kayboldu da gitti. Ama zaten okuduklarımın bana anımsattıklarını yazıyorum aslında buraya. Neyse.

 Baharda Yine Geliriz’deki Şehir Rehberi bölümüne bayıldım. Becerebilseydim her bir bölüm için ayrı bir grafik tasarım yapmaya girişirdim. Bıçakçı’yla ilk tanışıklığımın bir film üzerinden (Bizim Büyük Çaresizliğimiz) olmasının bir nedeni varmış. Harbiden de onu okurken aynı konu üzerine siz de başka şeyler tasarlamaya başlıyorsunuz. O sıradanlığın bambaşka bir boyutta da algılanabileceğini fark ediyorsunuz. Sağ olsun, sayesinde otobüslerde sıklım tıklım eve giderken etrafınızdan yazacak, çizecek ne çıkartabileceğinizi düşünmeye başlıyorsunuz. Zaten, başka da şansınız yok. Yaşadığınız yerle bir şekilde ilişki kurmak zorundasınız. Yoksa şu Ankara yaşamının hiçbir meşruluğu yok.

Bir türlü kitapta kalamıyorum yazarken. Ankara nefretim büyüyor da büyüyor, izin vermiyor. Bitiriyorum. Son söz: okuyun bu adamı Ankaralılar! Okuyun da bir de böyle görün hal-i pür melalimizi.   
  


23 Ocak 2012

اسلام شناسی - İslam Nedir? Muhammed Kimdir?

İsmini bildiğim ama bir türlü okuyamadığım biriydi Ali Şeriati. İslamla bağını kopar(a)mamış ve/ama sola bulaşmış kişiler için bu ismin bir ilaç niteliğinde olduğunun farkındaydım çeşitli vesilelerle. Camiada pek benimsenemeyen, hatta genellikle modernist ve aydınlanmacı gözlüklerle eklektizim ile suçlanan ve de kınanan bu kişilerin Ali Şeriati’yi inatla birilerinin gözüne sokmaya çalışmaları takdire şayandı elbette. Şeriati’nin ‘sizi rahatsız etmeye geldim’ dediği kitle, inananlardı. Derinlikli bir okuma yapacak inanmayanların da bezner rahatsızlıklar yaşayacakları muhakkak; çünkü din karşısında tavır alanlar ile inananlar din/Allah/peygamber konusunda aynı şeyi hissediyorlar. Ali Şeriati bu noktada önemli, ya din -hadi İslam diyelim artık- inandığını söyleyenlerin anlattıklarından farklı bir şeyse?

İslam Nedir? Muhammed Kimdir? kitabı Ali Şeriati denince akla gelen kitaplardan değil. Dine Karşı Din asıl bilinen kitabı. Şeriati’nin manifestosu. Dine Karşı Din’in yazım tarzı sert ve alışkın olmadığım bir tarz. O yüzden daha bildiğim gibi yazılmış olan sosyolog Şeriati’nin yazdığı bu kitabı külliyatın giriş kitabı olarak seçtim.

Kitapta bana ilginç gelen şeyleri not etmişim. İtalikler benim.

  • Ekonomik ve toplumsal sınıfların yanısıra itikadi sınıflar da vardır. İyi de o zaman toplumsal sınıflar ne?
  • Din, din adamlarıının elinde gericileşir. En başta devrimci olan din, değişimin önünde durmaya yeminli hale gelir. Kurumsal din?
  • İslam eşitlikçidir. Bkz. Şura. Konsey komünistleri, nerdesiniz?
  • İnsan kendi kaderini kendi yazar. İrade? Tanrısal dileme?
  • Akıl dinin kendisidir. Aklı olmayanın dini de yoktur. Allah o aklı kullanmayın da pas tutsun diye mi verdi?
  • Peygamber insandır, günahtan, hatadan azade değildir.
  • Toplumun ve tarihin değişmez bir geleneği vardır. Bu gelenek bilimsel kanunlardır; değişmezdir. Tesadüf faktörü karşısında, kahramanın iradesi karşısında ve dileme faktörü karşısında değişmezdir. Tarihsel materyalizm! Hadi materyalizmin diğer göndermeleri de var, düpedüz tarihselcilik!
  • Toplum (1) kahramanların ve dahilerin eseri değildir –peygamberin rolü; (2) kesin ve belli kanunları olan doğal bir şeydir ve (3) her canlı gibi bir ömrü vardır. Bir toplum onu öldürecek ‘yeni’ toplumu kendi içinde taşır. Yaşasın evrim!
  • Toplumun Allah tarafından konulmuş kesin doğal kanunları vardır. Bunları ne kendisi (!), ne kahramanlar (peygamber!) ne de tesadüf (evrim) değiştirebilir. İşte Allah burada.
  • İnsan özgürdür, toplumun kurallarına uymak durumundadır. Kayıtlı hürriyet, şartlı özgürlük.
  • Peygamber toplumun kanunlarını icat etmezler, keşfederler. Peygamber Sünnetullah’tır: tarih ve toplumun kanunlarını tanırlar ve bunları kendi amaçları doğrultusunda kullanırlar. Şeriatiye göre Zarahustra, Buda, Lao Tzu ve Konfüçyus da sosyolojik kategori olarak peygamberler; onları ilahi peygamberlerden ayıran şey öğretilerindeki düalizm.
  • Tarihin akışını o kanunlara göre insanlar belirler. Her değişim insanların iradelerinin sonucudur. Allah kendi belirlediği kanunlara ve şartlara aykırı olarak dilemez: “Allah, bir halkın içinde bulunduğu durumu, o halkın bireyleri kendilerini değiştirmedikçe asla değiştirmez” (13, Rad 11). Öyleyse tarih için geçerli olan sadece evrim değil, devrimdir de!
  • Her ıslahat hizmettir ama her hizmet ıslahat değildir. Din alimlerinin Yunancı kafası emirleri ikiye ayırır: (1) yapılması zorunlu inşai emir (namaz, zekat vs.) ve (2) yapılması zorunlu olmayan irşadi emir (ilim vs.). İşte Şeriati için her türlü zulmün kaynağı burası aslında. İslamın şartına 5 de, namaz kıl, hacca git, diğer emirler keyfidir de çal, çırp, biriktir, kul hakkı ye.
  • Evrim, İslama aykırı değildir.
  • Din amaç değil, araçtır. Önemli olan amaçtır; İslam araçtır.  İyi de amaç ne?
  • İslam doktriner değildir. Ebu Hanife: “Benim delilimi bilmeden fetvama göre hareket eden kişinin bu yaptığı haramdır”, İmam Şafi (ve İmam Hanbeli): “Düşüncede ve imanda taklit caiz değildir, yasaktır”.
  • “İçtihat kapısı” her daim açıktır. Vakti zamanında Türkler kapatsa da!
  • Tevhid her şeyin anahtarıdır.
  • Tanrı sadece varlığın yaratıcısı, yani insanın varlığın yaratılışı hakkındaki sorusuna verdiği cevap değil, aynı zamanda bizzat varlıktır! Bu en başta ontolojik daha sonra epistemolojik olarak çok önemli bir tespit.
  • İnsan neden Tanrı’ya karşı duygusal bir ihtiyaç içindedir? Tüm varlıklarda bulunan mutlak güç, güvenli bir sığınak ve belli bir kutsal yön ve mana hissinden dolayı. İnsan kesin inanç veren, onu sorumlu kılan ve varlığa anlam katan tek Tanrı’ya tapma şekli tevhid’dir. La ilahe illallah ‘ın dediği başka bir şey var demek ki.
  • Tüm kötülüklerin 3 nedeni vardır: cehalet, korku ve menfaat. Kabul. Bu nedenlerden dolayı toplum (1) haksızlık yapar, cinayet işler, (2) korkudan veya tamahkarlıktan bu gruba alet olan azınlık ve (3) haksızlığa uğrayan çoğunluk’tan oluşur hale gelir. Bu 3 grupta bulunanlar insanlık bakımından aşağılıktır. Olgunluk ve yüce insani değerlere yükselme kabiliyetinden mahrumlardır. Foucault ve Nietzsche bu!
  • Tevhid’de Allah kainatın ruhudur ve bütün varlıkların yönüdür (Hegel) ve bu siyaseten şu demektir: insan ondan başkasına yalvarmaz, başkasının önünde eğilmez, başkasından yardım dilemez ve korkmaz (Genç Hegelciler grubu, Bakunin, Kropotkin..). “Muhavvid, özgür, bağımsız ve cesur bir insandır”
  • Şeriati bir sosyolog. Kapitalizmin oluşumunu kenz (biriktirme) ile Weberci bir şekilde açıklayabilir görünüyor. Ama böyle bir işe girişmiyor. Makinist bürokrasiden de bahsediyor, Charlin Chaplin’in Modern Times’ından da. Şeriati hiçbir şey değilse sıkı bir antikapitalist ve de anti-emperyalist. Sartre’ın kankası, Fanon’un yoldaşı.  
  • Antimilitarizm. “Toplum yeni bir düşünceyi benimsemiş olsa bile bu düşünceyi en son belirleyecek olan ordudur”.
  • Anarşizm. “Kaderini başkasının eline bırakırsan veya baklasının elinde olduğuna inanırsan, hürriyetini birine satarsan, birisini kendinin sahibi sanırsan veya sahibin olduğunu iddia edenin dediğini kabul edersen bu şirktir, yoldan çıkmışsındır.”
  • “Kim gücü, ilmi, ırkı ve servetiyle büyüklenir, diğerinden üstün olduğunu öne sürer, insanlara kendi iradesini dayatır ve keyfine göre yönetmeye kalkarsa, bu tanrılık iddiasıdır. Şirktir. Bunları kabul eden de şirktedir.”
  • Mutlak hakimiyet, irade, büyüklük, kudret, otorite, mülkiyet Allah tekelindedir. Muvahhid ona teslim olur. İslam budur.
  • İslam, çevrenin rengini değiştirmek için onun rengine bürünür (!). Kabeye hac, güsul hatta namaz vs. Cahiliye dönemi adetleri. Allah cahiliye Araplarının bilmediği bir tanrı değildi. Onlar arasında tek tanrı olarak ona inananlar mevcuttu. İslam ile gelen şey yeni isimlendirmeler, ibadetler değil. Tevhid.
  • Şeytan Allah’In rakibi değil kuludur. O insanın rakibidir. İşte bu yolla iyilik ile kötülük ikiliğinde Tanrı ve şeytan bulunmaz. O nedenle Zerdüşt, Lao Tzu vs. sosyolojik bir peygamberdir, ama ilahi sayılamazlar. Ehrimen karanlıkken, Ahuramazda aydınlıktır. İslamda, tüm ikilikler Allah’ta birleşir. Allah Yunan tanrısı Janus’tur, geçmiş ve geleceği bilen iki çehreli tanrı. Birbirine karşıt boyutları olan.  İşte burası benim Gerald Messadie’nin Şeytanın Genel Tarihi kitabını okurken fark ettiğim ve kitabı çöpe atmak istediğim yerdi. İslam’daki Allah ve şeytan düşüncesini de diğer İbrahimi dinler ile ve de Zerdüştlükle eşitlemeye girişmişti. “İyi de o öyle değil ki” deyip kitaptan vazgeçtim fakat tam da ayırtında değilmişim demek ki bunun nedeninin.
  • İnsan düalisttir. İnsan dünyasında 2 güç var: birincisi, durgunluk, huzur ve sükunettir –ki bunlara Şeriati iniş, unutulmuşluk, yok oluş ve cehalet der- ve insanı kendisine, aşağıya, doğru çeker; ikincisi, kurtuluş, özgürlük, basiret, iyilk ve güzelliktir ve insanı kendisine doğru, yukarıya, çağırır. İyilik-kötülük, günah-sevap vs. değil.
  • İnsanın ilk insana yani Adem’e kendi ruhundan üflediği şey irade, seçim ve özgürlüktür. İnsan bu nedenle meleklerden üstündür.
  • Çoban x sürü. Pek başbakanımız Tayyip’in her fırsatta muhalefete söyleyip “durduğu iki koyun güdemezsiniz” lafına binaen Şeriati demiş ki “Çoban ve sürü benzetmeleri doğu siyaset kültüründe önemli bir yer tutar. Çünkü (1) Çoban başka bir cinstir, sürü başka bir cins; (2) Çabanı sürü seçmez, patron (Tanrı) onu o makama oturtur; (3) Sürü eleştiremez, itiraz edemez, ayaklanamaz, devrim yapamaz, çoban değiştirilemez, azledilemez; (4) Çoban koyuna karşı değil patrona karşı sorumludur. Bu ilişkide çoban ile patron birdir.  Gördük mü başbakanımız aslında ne diyor sanki?
  • Muhammed’e bakarken, döneme bu dönemin bakış açısıyla değil o döneme özgü bakış açısıyla bakılmalıdır. Retrospektivizme hayır!
  • Tarih boyunca devrimcilerde ortak olan şu; en azından babalarının gözünde iyi evlat değillerdir. Ve önce toplumdan koparlar, sonra topluma dönerler.
  • Baba ve mektebin görevi (1) çocuğu zamanının istenen ve alışılagelen kalıplarına göre şekillendirmek ve olgunlaştırmak ve (2) onun sapmasını engellemektir. Bu nedenle “büyük dahiler ya okul görmemişlerdir veyahut iyi bir öğrenci olmamışlardır”.  Eğitime hayır!
  • Köken olarak şuh kelimesi bedenin çirkinliği, bereket de develerin yattığı yerdeki toprak ve çerçöple karışmış dışkı ve idrar imiş.
  • Muhammed kadın düşkünü bir sapık değildir. Sayfa 527’den: “Şehveti tatmin eden ünsur kadın sayısı değil, kadının güzelliğidir. Çapkın erkek dul, yaşlı ve çocuklu kadınların değil, güzel, canlı ve işveli kızların peşine düşer. Hele Ömer’in kızı gibi çok çirkin olan ya da güzel olsalar da önceki koca veya kocalarının elinde cazibelerini kaybetmiş, bakireliğinin yeşil çizgisi ve hevesli gençlik işvesi yerine ihtiyarlığın kırışıklığı, olgunluğun soğukluğu ve soyluluğun ağırbaşlılığı oturmuş olan kadınlara değil!” Şeriati’nin Muhammed’in eşlerini detayları ile anlattığı bölüm bu bakımdan çok ilginç. İslamın aslında çok eşliliğe izin vermediğini iddia ederken bu kadar ikna edici değildi. Ama Şeriati’nin dilindeki erkek buram buram da kokmuyor değil hani.
  • Felsefe gereksiz hatta zararlıdır. Yunanlılar felsefe ve sanat konusunda harikulade deha gösterdikleri halde bir tekerlek bile icat edemediler; çünkü ağır yükleri kölelere, yoksullara taşıtıyorlardı. Batı için okuma yazma bilmeyen Spartaküs (çeviride Ispartaküs), Sokrat, Platon ve Aristo gibilerle dolu bir akademiden daha etkin; Doğu’da bedevi Ebuzer yüzlerce İbni Sina, İbni Rüşt ve Molla Sadra’dan daha faydalıdır.
Bir kitap olarak İslam Nedir? Muhammed Kimdir? herkesin okuyabileceği kolay bir kitap değil. Şeriati dediklerini ispat için uzun ayrıntılara da dalmış kimi zaman. Özellikle neredeyse kitabın yarı hacmini oluşturan Muhammed’in hayatını anlatan bölüm çok detaylı. Özel bir ilgi duymayan birisi için çok ama çok uzun, fakat anca böyle anlayabiliyorsunuz peygamberi. Peygamber Muhammed bildiğiniz insan. İlk Müslümanlar da öyle aldım kafamı elime, koydum kolumun altına, elimde kılıç, sallarım ha sallarım, tek muradım zilyon tane huri insanları değiller. Çoğu –dikkat çoğu- siyaseten veya ile/kabile bağları nedeniyle Müslümanlar. Muhammed’in ölümünden sonra iktidar yüzünden birbirlerine giren ya da fırsat bu fırsat deyip İslamdan ayrılan insanlardan müteşekkil bir toplum. Bu anlatının Şeriati’nin Şiiliği ile ilgisi ne kadar var, bunu süzebilecek yetkinlikte değilim.

Özellikle sol literatürden beslenenler için İslam özelinde dini ele alışıyla ilk bölüm ve Muhammed özelinde peygamberliği ele alışıyla son bölüm sosyal bilim açısından mutlaka okunmalı. Ama öyle moda usulüyle bakalım İslam’dan sol çıkar mı? veya bakalım İslam’ı aklayabilmişler mi? ukalalığıyla okuyacaksanız, okumayın. Şeriati ne size İslamı tebliğ ediyor (aslında ediyor da bir yerde) ne de İslama sol öğretiyi monte etmeye çabalıyor.  Bir İslam alimi ve sosyolog olarak İslamı ve Muhammed’i tekrar okuyor. Dini metinler okumamışsanız veya okumakta zorlanıyorsanız dahi bu bahsettiğim bölümler gayet anlaşılır nitelikte. Dini metinler okumaya alışkınlar için Muhammed’in hayatının anlatıldığı bölüm çok yavan gelebilir çünkü hiçbir mucize yok, Allah’ın hatasız kulu peygamberden eser yok, tamamen tarihsel bir vaka analizi var. Muhammed’i kadın peşindeki azgın adam yerine kadın eline düşmüş bir zavallı olarak görürseniz o metinde şaşırmayın; zira Şeriati’nin kadın meselesinde edecek iki kelamı da var.

Uzun zamandır okumak istediğim bir kişiydi Şeriati. Okudum. Asırlardır orada duran ama benim şimdiye kadar hiç dikkat etmediğim şeyler varmış, öyle hissettim. Şimdi dahasını okuyacağım. Elimde Dine Karşı Din var. Hayırlısı…      


  

10 Ocak 2012

best of 2011

Geçen sene izlediğim filmlerden kendi best of 2011 listemi oluşturdum. Ne yazık ki çok film izlememişiz geçen sene. 71tane sadece. utanmasak haftada 1 film! ayıp ayıp.. Listeleri oluştururken çok zorlandım. Film sayısı az olunca liste de çok çeşitlenemedi ne yazık ki. Olsun, bu da ilk senenin kendini bilmez listeciği olsun.

En İyi Hollywood topteni: 

Kendimi iyi bir Hollywood sineması takipçisi olarak görürdüm eskiden. Hararetle de savunurdum sinemanın sanat olduğu kadar da eğlence aracı da olduğunu -dost meclislerinde hala savunurum. ama şu da bir gerçek ki özellikle 3D'nin de bokunu çıkarmaya başlamasıyla birlikte bünyemde Hollywood sinemasından bir kaçış baş göstermeye başladı. İşte listem:



1. X-Man: First Class (2011) : Serinin ilk filminden beri diyorum ki Xavier hümanisttir yani komprodor bir haindir, Magneto özüsözübirdir yani tarih ve sınıf bilincine sahip bir devrimcidir. X-Men First Class öyle bir film ki artık neden Magneto’yu Xavier’den daha ‘adam gibi adam’ gördüğümüz konusunda bir şüphemiz kalmadı. Meğer düzeni bozmaya yeltenen her bireye duyduğumuz takıntılı tutku yüzünden değil de o sınıfsal öfkeyi yüzünde gördüğümüz için Magneto’yu seviyormuşuz. Hem serinin en iyi filmi olması nedeniyle, hem de kullanılan her efekti yerinde ve dengeli kullanması nedeniyle işte ilk listemin ilk sırasında… 

 2. Inception (2010): Bu filmi sevmem için sayısız neden vardı. En başta senaryo. Filmi birden çok izledim. Muhtemelen de her sene bir kez elimden geçecektir. Her izledikten sonra gerçekten anlıyor muyum veya kaçırdığım bir şey var mı emin olamasam da kafamın harıl harıl çalıştığını hissettim. Memento’dan beri bu kadar yoran (+) bir senaryoyla uğraşmamış ya da Matrix serisinden beri bu kadar etkili efekt kullanımına şahit olmamıştım. İki not düşeyim: (1) Nolan tamam, ‘entelektüel’ sinemaseverler için artık tartışılmaz bir isim; (2) karşımıza ilk babyface kontenjanından giren DiCaprio da tamamdır…

3. Full Metal Jacket (1987): Sir yes sir. Askerden dönünceye kadar Pınar Selek’in Sürüne Sürüne Erkek Olmak kitabını okumamaya yeminliyim. Keşke aynı kuralı bu film için de koysaymışım. Defalarca kez izlediğim bu filmi izlediğim gece hep dehşet rüyalar görüyorum. Bedelli de patladı kıçımızda. Yakında Suriye’yle mi yoksa İran’la mı girişeceğiz belli de değil. Hiçbiri olmasa zaten saçmasapan kanlı bir çatışma hali içindeyiz. Yes sir! emret komutanım! Kubrick ben senin….    





4. Perfume (2006)
5. Shutter Island (2010)
6. Kingdom of Heaven (2005)
7. A.I. (2001)
8. Sucker Punch (2011)
9. Mary and Max (2009)
10. Up (2009)

En iyi Hollywood-dışı topteni:

Başka doğru dürüst isimlendirme bulamadım. 


1. La Tata Asustada (2009): Patatesi ömür billah sevmezdim, şu filmden sonra bir daha hiç sevemem herhalde. Peru iç savaşında annesi tecavüze uğramış bir kız acı süt hastalığına yakalandığına inanıyor. Hastalık hamilelik veya doğum sonrası tecavüze uğrayan kadınlardan emzirdikleri bebeklerine geçiyor. Kızcağız annesiyle aynı şeyi yaşamamak, tecavüze uğramamak için kendince bir yönteme başvuruyor. Kimselerin öyle çok beğenmediği bu filmi ben çok beğendim. Lima ‘pueblosu’nda geçen iç bunaltıcı yaşam mı, tek ağacın bitmediği Peru coğrafyası mı yoksa iki orgla yapılan düğün müzikleri mi bilmem, ama ben çok beğendim. Sarsıldım… 

2. Babel (2006): Çok büyük ihtimalle bu film de Hollywood yapımı (paramount). Gönül işte, bu filmi diğer Hollywood filmleriyle yan yana koyamıyor. Çünkü öykü çok iyi. Anlatım çok iyi. Inarritu bu işi beceriyor. Sırf olayların aktığı mekanlar olsaydı yine defalarca izlerdim bu filmi. Ekip zaten çok iyi. Cate Blanchett bile var, daha ne olsun? –Ön kabul: “Cate Blanchett’in oynadığı filmler iyidir”. Bir de ben o Japon kızı çok beğendim..  

3. Je Vais Bien, Ne T'en Fais Pas (2008): Yuh artık. Film bittikten sonra bile hala o müzik çalıyormuş gibi hissettim uzun süre. Sonra ne izlediğimin, bana ne anlatıldığının farkına vardım. Varmaz olsaydım. Sanki ben oyunculukların keyfini çıkartırken yazan yöneten Lioret kuytuya saklanmış elinde bir balyozla beni bekliyormuş. Elini korkak alıştırmamış, hiç çekinmiyor o balyozu kullanmaktan. Ve o balyoz sersemletmiyor, vurunca öldürüyor…





  4. Yo Tambien (2009)
  5. 500 Days of Summer (2009)
  6. L'Heritage (2006)
  7. Light Thieft (2010)
  8. Tat Av Kvinnen (2007)
  9. FAQ about Time Travel (2009)
10. Mis Fortunates (2009)

En iyi 2010-2011  yapım filmleri toptenim:

Artık sinemaya pek gitmiyoruz galiba. Listeyi son 2 yıl ile sınırlasam bile kasıldım. Çok da güncel değilmişim demek ki. Başka sinema bloglarını okumasam sinema adına boş bir yıldı bile diyebilirim. Oysa biliyorum bu sene tonlarca film kaçırdığımı. Bu sene izlerim ben de 2011 filmlerini....

1. X-Man: Fİrst Class (2011): Diyeceğimi dedim...
2. Inception (2010): Diyeceğimi dedim...

3. Shutter Island (2010): Şu DiCaprio’nun oynadığı filmlerin sonundan artık emin olmak istiyorum ben. Kendi istatistiklerim öyle diyor son yıllarda (+Inception). Adventure oyun tarzında ilerliyor film. Olayı siz çözmeye çalışıyorsunuz ama maalesef siz yöneltemiyorsunuz asıl adamı. Ama en sonunda afallayıp kalan siz oluyorsunuz. Bu sırada da Martin Scorsese ile DiCaprio bir kez daha sizi işaret edip bir yerleriyle gülüyorlar. Alınmayın, keyfini çıkartın!

4. Light Thieft (2010): Muhtemeldir ki daha önce hiç Orta Asya menşeli film izlememişim. Ayıp etmişim. Bu bir Kırgız filmi. Post-sovyetik dönemde jeopolitik olarak kritik bir bölgedeki bir köyde yaşayan bir adamı anlatıyor.  Bölgedeki ekonomik çöküntüyü, zorunlu göçü, kültürel yozlaşmayı (!) ve iktidar savaşlarını işte bu adamın etrafında geçen günlük sıradan olaylarla görüyorsunuz. Ve tabi Kırgız coğrafyası ile birlikte. İzlerken Kaplumbağalar da Uçar’ın Satellite’si geldi sürekli. Vurguları ile değil, hikayelerin anlatılma biçimi yüzünden galiba. Basit ama güzel bir filmdi..

5. Tambien La LLuva (2010): En iyi bağımsız’lar listemde bu filmin olmamasının tek nedeni olabilir: yeterince anlamamışımdır herhalde bu filmi. Ya da hep dediğim gibi zaten bildiğin bir şeyi önüme koyduklarında o kadar da etkilenmiyorum galiba. Bolivya’da set kurmuş bir film ekibi Colombus’un Dominik adasını keşfini canlandırıyor. Bütçe kısıtlı olduğu için oradaki yerliler oyuncular kadrosunda çalışıyorlar, tabi aslına uygun olarak, yani figüranlar olarak. O oyuncuların çok ciddi bir dertleri var. Kimseye ait olmayan su’ya el konulmuş ve onların kullanım hakkı gasp edilmiştir. Yerliler su hakkı için mücadeleye başlar ve olaylar gelişir. Konu iyi, güncel. Amerika’nın sömürgeleştirilmesi iç içeiki kurgu halinde anlatılıyor. Zaten aynı taraftayız; Ken Loach’ın kankası Laverty yazmış senaryoyu ama tam olmamış. Bir şey eksik. Ya da fazla. Çok mu didaktik ne?

6. Bizim Büyük Çaresizliğimiz (2011)
7. Sucker Punch (2011)
8. Alting Bliver Godt Igen (2010)
9. Celal Tan ve Ailesinin (2011)
10. Shrek 3 (2010)

En iyi Yerliler topfayfım:

artık 20 berbat yapımda bir tane de güzel işler çıkıyor. Ben bile takip etmeye başladım ufak ufak. Yine de çok izlemediğim için top10 listesi saçma olacaktı. O nedenle top 5 listesi yaptım:





1. Vavien (2009): Taylan biraderlerin enfes filmi. İlk tanıtımını ‘taşra sıkıntısı içindeki insanlar’ diye yapmışlardı. Doğrudur. Öyküsü sıra dışı ama o taşralılık ve sıradanlık hali film içinde çok güzel akıyor. Bunları sosyolojik bir analize tutmak gerek belki de ama pas geçiyorsunuz işte. Rahat bırakıyorsunuz. Bırakın insanlar piknik yapsın, karılarını öldürsün, otuzbir çeksin, fiat doblo ticari kullansın, küçük yerin büyük adamı olsunlar. Bırakın yahu, burası taşra! Anlatanlar da Taylan Bros… Not: Binnur Kaya’yı seviyoruz, Settar’ın hayranıyız…

2. Bizim Büyük Çaresizliğimiz (2011): Bir Ankara filmi işte. Öyle olunca mecburen “neredeyse sadece” diyaloglar oluyor. Diyaloglar için Barış Bıçakçı lazım. Üstüne bir de İlker Aksum ile Fatih Al’ı koyunca sonuç güzel, samimi bir film oluyor işte. Ankara mekansal olarak kısır (Behzat Ç. Fanları pek kabullenmeye yanaşmasalar da!). Bizim kahramanlar boş bir anlarında kendilerini Amasra’ya atınca kendimi tutamayıp baya gülmüşüm. Artık bu Bıçakçı’nın kitabında böyle miydi yoksa Seyfi Teoman mı ekledi bilmem. Ama samimi dediğim buydu işte. Ankara’da boş anlarda Amasra’ya gidilir çünkü. Çok mu öznel oldu?

3. Beş Vakit (2006): Sinema dergisi gelmiş geçmiş en iyi 100 Türk filmini seçmeye kalkıp bir liste yapınca birden baktık ki Reha Erdem diye mühim bir yönetmen var ve biz hiç izlememişiz filmlerini. İlk aldığımız filmi buydu işte. Sayesinde geç tanışıklığımız dolayısıyla ayıpladık kendimizi. Çanakkale Ayvacık’ta çekilmiş bu film. “pastoral yaşam” diyerek kendimi yiyip bitirdiğim bu günlerde derdime deva olmayı geç yaralarıma tuz basan bir film oldu bu film. İzleyenden izleyene değişir ama ben küçücük bir köyde yaşamanın çok çeşitlilik sunan, hayatın nonstop 24 saat aktığı bir metropolde yaşamaktan daha güzel olabileceğini düşündüm. O tenekeden damlar, sıvasız duvarlar, sabah tavukları, başıboş köpekler, inatçı keçiler, fakirlik, yoksunluk, işe yaramaz yaban zeytinleri, çirkin minare, uzaktaki deniz, kalın kafalı erkek kardeş, huysuz baba... evet huysuz baba bile bana orada daha çekici geldi buradaki şey-lerden. İşte buna film başarısı denmez de ne denir? –ek: Üç Maymun’u takip edilesi kılan tek şey sinematografisi idi. Bu filmin de geri kalır yanı yok bu açıdan…

4. Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi (2011)
5. AROG (2008)

En Kötü  topten:

Nedenlerini belirtmeden listeleyeceğim. Şunu söylemem de lazım tabi: kötü film demek sıkıcı film demek değildir. Şu listedeki filmlerin bir çoğu eğlenceli (o nedenle sonuna kadar izlenebiliyorlar zaten) ama kötüler işte. O kadar kötüler ki eğlenceli olan o. Yoksa Paul Bettany'yi en az Jason Statham, Vin Diesel hatta Bruce Willis kadar seviyorum ben. Ama hiçbiri bir Nicholas Cage etmez...

1. Ev (2010) 
2. Legion (2009)
3. Captain America (2011)
4. Unstoppable (2010)
5. The Last Song (2010)
6. Kids are Allright (2010)
7. Spanglish (2004)
8. Priest (2011)
9. Sorcerers Apprentice (2010)
10. SWAT (2003)

Listelerde olmayan ama birşeyler söylenmeden geçilemeyecekler: 

Pompoko (1994): Gerçekten ürkütücü bir anime. Elimize geçtiğinde güzel bir öykü olacağını varsaydık çünkü DVD kapağında okuyup da bildiğimiz yegane isim Miyazaki idi. Bilmiyorduk ama yönetmen de efsaneymiş: Takahata. Kahramanlarımız rakunlar. Şekil değiştirebilen rakunlar. İnsanların yaşam alanlarına müdahalesine direnmeye çalışıyorlar ve savaş başlıyor. Çok uzun ve çok yorucu bir anime. Derinlemesine tekrar izlemek gerek. Sanırım rakunları anlatmıyor.

The Cove (2009): Çok cesur bir belgesel. Gerçekten bu koyda neler olup bittiğini filme alabilmek için hayatlarını ortaya koymuş bir ekibin işi. İnsanın yunuslar için birilerinin bu kadar çabalamasına inanası gelmiyor. Tüm Japonlara zorla izlettirilmeli.

Press (2010)Özgür Gündem gazetesinin bir dönemini anlatan bir filmdi. Ben çok samimi ve dürüst bulmadım. Çalışanlar zorluklarla mücadele içindeler, inatlaşıyorlar ve direniyorlar ve gazeteyi çıkarmaya devam ediyorlar. İnandıkları şey artık iman haline gelmiş, sorgulan(a)mıyor. Gazete toplantısında kurulacak cümle üzerine yaptıkları tartışma da ne kadar militan ne kadar gazeteci olduklarına dair işaret veriyor. Özeleştiri sahnesi diyelim buna. Peki Özgür Gündem neydi/nedir? Bir hareketin yayın organı mı yoksa gazete mi? Öldürülenler gazeteci miydi yoksa militan mı? Bunlar devletin soruları. Bunlar her bireyin kafasının içine boca edilmiş propaganda. Buna ne cevap veriyor bu film? Vermiyor. Veremez çünkü “orada” o militanlık hali ile o gazetecilik hali öyle bir çırpıda ayrıştırılamıyor işte. Peki film bunu mu diyor? Yine hayır. Peki film ne diyor? Ben anlamadım. Daha doğrusu denildiği söylenen şeyin söylenebildiğinden ben emin değilim. Ya da ben çok şey bekliyorum ben bu 'politik' filmlerden...

Tango & Cash (1989): Magic Box Star 1 zamanlarının efsane filmi. Lisede ya vardık ya yoktuk. Hep asi ama vahşi, seksi ama cesur Cash (Kurt Russell) olmayı düşlerdik –bakıyorum da hepimiz sümsük Tango olmuşuz (Stallone). İşte öyle bir film bu benim için. Digiturk’te denk gelip izledim. Gözlerim doldu vallahi…

İncir Reçeli (2011): Rezillik. Çok yanlış AIDS mesajlarıyla dolu bir film. Sevgiline AIDS bulaştırmamak için sevişmiyorsun ama kendini kaybedecek kadar barlarda içip bilmediğin kişilerle gece geçiriyorsun. Bu ne len? İşte özgür kadın algısının istediği kadar içen, istediğiyle giden ama sevgilisine kıyamadığı için (sağlık yönünden korundukça hiçbir mahzuru olmasa da) sevişmeyen az buçuk entel özgür kız profili. Tat verdiniz! Sıradışı görünen erkek nodelleriyle de tat verdiniz. Sıçayım sizin özgür insan anlayışınıza Issız-Adam-giller!


İşte 2011'de izlediğim ne varsa...

Süper önemli not: Majid Majidi'nin Song of Sparrow'unu unutmuşum 2011 değerlendirmesi yaparken. Muhteşem filmdir. Arada kaynamasın.