ben

merhaba. burada üzerine iki çift laf et diye dürtüp duran kitaplar bazen de filmler hakkında yazıyorum. niyesi yok. bir çeşit not defteri işte. tutamadım kendimi, benim de edecek iki lafım var derseniz, salın kendinizi, ekleyin metnin orasına burasına. yok illa sana doğrudan yazacağım derseniz guhercile@gmail.com'a da yazabilirsiniz.

14 Şubat 2012

Şeriati üzerine

[Blogumun nadide takipçisi lajvard İslam Nedir? Muhammed Kimdir? başlıklı yazım üzerine iki cümle kurmuş -kendi deyimiyle. O iki cümle öyle sadece yorum/kelam kısmında kalacak iki cümle değildi. Buraya taşıdım kendisinin izni olmadan. Daha üzerine düşünülecek, yazılıp çizilecek çok şey var Şeriati hakkında. Devamı pek tabi gelecektir umarım. İşte bu yazı o 'iki cümle' yazan lajvard'dan] 


kitaplıkta halihazırda dört kitabının olduğunu farkettiğimde şaşırdığımı hatırlıyorum. "bir ara okumalıyım" düşüncesiyle kaç sene geçirdiğimi bilmiyorum bile. neyse ki biri alıp koymuştu işte oraya. yine de bulduğum kitaplar okuyanın dinsel kabullenişinde ufak bir rahatsızlık, o da olmadı şeriati'ye karşı olumsuzluk yaratmış gibi görünmüyordu. (tersi durumda dinsel, siyasal her türlü tartışma evde beni bulduğundan haberim olurdu mutlaka) 

emin olamadığını öteleme duygusundandır belki, bilinmez ama söyleminden etkilenmeden şeriati'yi sahiplenen çok fazla insan var. misal, "şeriati çok mühim bir isim" demişti biri "dine karşı din"i elimde gördüğünde. tepkisi, milli görüşe yakınlığından ziyade, sistemin önemli aktörlerine yakınlığı nedeniyle de önemliydi benim için. ilginçtir ki; aynı kişi şeriati takipçisi diyebileceğimiz ihsan eliaçık için demediğini bırakmıyordu. eliaçık siyasiydi. ya ali şeriati? ihsan eliaçık sürekli iktidara yükleniyordu. dine karşı din'deki firavun-hükmetme ilişkisi gelmiş geçmiş hangi hükümete denk düşmez? ihsan eliaçık kendi reklamını yapıyor. evet, sürekli "dün şurada konuştum tıklayın izleyin" modunda dolaştığının ben de farkındayım bir süredir. şeriati'nin kitapları da kendi konuşmalarından derlenmiş. şöyle bir baktım da, fikirlerini duyurmak için epeyce konuşması gerekmiş.

esasında tuhaf bir yerde duruyor şeriati. türk solunun sahiplenmedeki aceleciliğini ya da peşinen reddediş nedenlerini anlamak, sünnilerin şeriati ikileminin yanında kolay bile sayılabilir. çizginin muaviyenin şekillendirdiği tarafında olma fikri yeterince rahatsız ediciyken -ki abdulbaki gölpınarlı aynı şeyi söyledikten sonra çizginin öbür tarafı daha fena bozuldu diyerek teselli ediyordu hiç değilse- şeriati ister sünni olun, ister şii; hiçbir şey sandığınız gibi değil diyor. 

şu hayatta en çok akıl karışıklığı ile sorun yaşamayanlara özeniyorum. sapitanlar.com'a bir gözat istersen. saydıracakları insanları diyalogcular, reformistler diye gruplandıracak kadar titiz çalışmışlar. sıkıntıya iyi geldiği kesin, baş ağrısı yapabilir.

Baharda Yine Geliriz

 Ankara’yı sevmek için kendimi zorlarım kimi zaman. Ondan kolay kolay kurtulamayacağımı kabullendiğim anlarda. Ankara illa ki sevilecekse yaşanmışlıklarıyla sevilir diye Ankaralı yazarlara giderim. Belki benim bilmediğim, anlamadığım bir şey vardır bu beter kentte diye. Bir de onlar anlatsınlar şu sokakları, binaları. Allanmış pullanmış bir Ankara belki daha güzeldir? Belki daha yaşanılasıdır? Belki daha sevilesi?

Baharda Yine Geliriz kitabını alıncaya kadar Barış Bıçakçı’yı bilmiyordum. Bir arkadaşla tavla oynadık. Yenilen yenene içinde Ankara geçen bir kitap alacaktı. Yendim. Kitapçıda o kapak fotoğrafını görünce ‘bunu istiyorum’ dedim. Ankara’nın başlangıcı benim için işte o fabrika görüntüsüdür. Ankara’daki ilk yıllarım benim solculuk yıllarımdı. Her eyleme gitmeyi, her boka girişmeyi devrimcilik bellemiştik. ‘Takıldığımız’ grup eylem kortejine Maltepe’den başlayıp hep o caddeden katılırdı. O zamanlar o fabrikanın altından sarılı kırmızılı kortejler geçerken bunun iyi bir fotoğraf olacağını düşünürdüm. Fabrikayı işgale hazırlanan kızıl bayrak. Artık o fabrika işçinin olacak. Fabrika özgürleşecek. Ortodoks hödük solculuğun dibiydik yani. Fabrikanın özgürleşemeyeceğini zira fonksiyonu köleleştirmek olan bir şeyin özgürlükle bir işi olamayacağını o takıldığımız gruptan arkamıza bakmadan kaçınca fark ettik. O hödüklük o gruptan mıydı yoksa o grupla takılmayı marifet sanan gençliğimizin salaklığı mıydı, hala bilmem. Bunca şey demekti o yıkık dökük fabrika benim için. Anlaşılan o fabrikaya takılıp kalan tek ben değilmişim. Sahi ne oldu ki o bina/fabrika?

“Bu berbat şehirde görüp görebileceğiniz en güzel şeyin terk edilmiş bir fabrikanın kara yıkıntısı olması saçma ya da gülünç mü? Değil!”

Kitabı aldıktan sonra estetize edilmiş bir Ankara okumak için Barış Bıçakçı okumanın çok da doğru bir seçim olmadığının ayrımına vardım. Öyle ki Bıçakçı da en az benim kadar nefret ediyor Ankara’dan. Bir farkla. O bunu üretkenliğe taşıyor, bense Ankara’yı içimde bir yük gibi taşıyorum. Baharda Yine Geliriz Ankara’yı sevdirmez. Hatta sizin içinde ola ola artık farkına bile varmadığınız pis bir Ankaralılık halini yüzünüze çarpar. Çaat diye. Bu 106 sayfalık kitapla B. Bıçakçı’yı çözdüm demiyorum elbette. Ben Ankara’yı çözdüm! Evet, nefret ediyorum.

Bir şekilde bulaştığım öykü okumaya devam ettim bu kitap sayesinde. Öyküye daha yeni yeni alışan ben, bu kısacık öykülerle ne yapacağımı bilemedim. Kimisi 2 sayfa sadece! Kurguya öylesine alışık bu bünye uyum sağlayamıyor bu duruma. Bıçakçı’nın ortalama insanlık hallerimizi –buna Ankaralılık hali demeyi de tercih edebilirdim- aktarmış güzel bir yalınlıkla. O hallerle kesiştiğiniz çok yer var. Demek ki Ankara’da size özel gelen hiçbir şey size özel değil-miş. Diğer yerlerde nasıldır bilmem. Aynı olayları aynı kişilerle dönüp dönüp yeniden yaşa. İşte!
Güya kitabı anlatıyorum ya kitap arada kayboldu da gitti. Ama zaten okuduklarımın bana anımsattıklarını yazıyorum aslında buraya. Neyse.

 Baharda Yine Geliriz’deki Şehir Rehberi bölümüne bayıldım. Becerebilseydim her bir bölüm için ayrı bir grafik tasarım yapmaya girişirdim. Bıçakçı’yla ilk tanışıklığımın bir film üzerinden (Bizim Büyük Çaresizliğimiz) olmasının bir nedeni varmış. Harbiden de onu okurken aynı konu üzerine siz de başka şeyler tasarlamaya başlıyorsunuz. O sıradanlığın bambaşka bir boyutta da algılanabileceğini fark ediyorsunuz. Sağ olsun, sayesinde otobüslerde sıklım tıklım eve giderken etrafınızdan yazacak, çizecek ne çıkartabileceğinizi düşünmeye başlıyorsunuz. Zaten, başka da şansınız yok. Yaşadığınız yerle bir şekilde ilişki kurmak zorundasınız. Yoksa şu Ankara yaşamının hiçbir meşruluğu yok.

Bir türlü kitapta kalamıyorum yazarken. Ankara nefretim büyüyor da büyüyor, izin vermiyor. Bitiriyorum. Son söz: okuyun bu adamı Ankaralılar! Okuyun da bir de böyle görün hal-i pür melalimizi.