ben

merhaba. burada üzerine iki çift laf et diye dürtüp duran kitaplar bazen de filmler hakkında yazıyorum. niyesi yok. bir çeşit not defteri işte. tutamadım kendimi, benim de edecek iki lafım var derseniz, salın kendinizi, ekleyin metnin orasına burasına. yok illa sana doğrudan yazacağım derseniz guhercile@gmail.com'a da yazabilirsiniz.

9 Aralık 2011

Göçmüş Kediler Bahçesi

Öyle öyküyü çok seven biri değilim. Bilip tanıdığım yazarların kitaplarını biraz gözü kapalı alırım. Bazen bir yazarın roman sanıp bir kitabını alırım, öykü kitabı çıkar.  Yine de denerim okumayı, çoğunlukla zevk almam. Hem kendimi roman okumaya hazırlamış olduğumdan hem de anlatılan hikayenin tadı damağımda kaldığından birazcık da hayal kırıklığı yaşarım. Şiirden de pek hazzetmem, doğru; Ama inat edip de şiir kitaplarını elimden düşürmediğim de olmuştur. ‘Bu kadar kişi peşindeyken ben sevmiyorsam bende vardır bir şey’ diye. Sonunda kabul ettim kendi çapında bir öküz olduğumu da vazgeçtim artık şiir okumayı denmekten.  Etrafımda çok öykü düşkünü arkadaşım yoktu maalesef. Şiire vakfettiğim emeği öyküye göstermedim hiç. Keşke ilk okumaya başladığım dönemde birileri elime edebiyat dergilerini zorla tutuştursaydı. Aynı zorla elime siyasi dergileri tutuşturdukları gibi.

Aslında bir tür olarak öyküyü bilmiyor da değilim. Ben liseden kredili sistem sayesinde 2.5 (yazıyla iki buçuk) senede mezun olan şanslı azınlıktan biriydim. Her dönem mutlaka bir ders listeme girerdi: Edebi Metinler dersi. Milli eğitime duacı olacağım tek ders de budur aslında --bir de din hocasının girdiği felsefe dersi. Tüm metinler Türk edebiyatındandı. Haftada 6 saat biz bunları okur üzerine konuşurduk. Fen-Matematik branşı mezunları harıl harıl geometri soruları çözerken ve bilumum fizik formülü ezberlerlerken biz Memduh Şevket Esendal okuyorduk. Bu dönemi öykü okuduğum dönem olarak saymıyorum tabi ki. Önemli olanın ‘okumak’tan kastın ne olduğu. O nedenle hiç öykü okumadım diyorum ya.

Dönelim. Bilge Karasu’nun Göçmüş Kediler Bahçesi kitabını 1998’de almışız. Neden aldığımızı hatırlamaya çalışınca aklıma iki şey geliyor: kuzenimin kedili kitap okuma alışkanlığının bana da bulaşmış olması ve Bilge Karasu’nun isminin o sıralar okuyup durduğumuz Bilgesu Erenus’un ismi ile çok benzeşmesi. Pek tabi duymuştuk Bilge Karasu’nun kim olduğunu ama tanımıyorduk işte. Kitabı alır almaz okumaya başladım. İki üç deneme sonrasında bıraktım. Bu kendine has kitabı öyle haldır huldur okuyamadım işte. Hatta buna o kadar bozulmuştum ki bir daha öykü kitabı al(a)madım elime. Tomris Uyar’ı bile pas geçtim, düşünün!

Okunacak onca kitap beni beklerken kitaplığın raflarından Göçmüş Kediler Bahçesi bir daha göz kırptı bana. Üzerinden 13 sene geçtikten sonra. Hadi bismillah deyip başladım kitaba. Artık acelem yok ya yavaş yavaş, sindire sindire okudum. Keyfini çıkarta çıkarta! Yıllarca bekleyip durmasının bir hikmeti varmış meğer. Büyük keyif! İşte edebiyat! İşte öykü! Artık kendime bir kitabı farklı dönemlerde okumanın farklı okumalar olduğunu ispatlamış durumdayım. Aferin bana, hayatımın bir yerlerinde iki adım öne atabilmişim demek ki.

Göçmüş Kediler Bahçesi ana hikaye arasına serpiştirilmiş 11+1 masaldan oluşuyor. Her biri bağımsız görünüyor, ama değiller. Doğrusu, kurgu olarak bağımsız olsalar da derinlikli bir okumayla bir derdin ifadesi oldukları görünüyor. Neyse ki bu blogda, “kitaptan ne anladınız” gibi bir bölüm yok. İyi ki yok. Bütün ukalalığımla diyebilirim ki Bilge Karasu demek şunu demek istedi de sen ne anladın, o senin birikimine, yaşanmışlığına kalmış işte. Şunu deyip geçeyim: farklı okuma düzeylerine imkan veren çok keyifli bir öykü kitabı Göçmüş Kediler Bahçesi.

(Daha analitik bir çözümleme için şu kaynağa bakabilirsiniz: turkoloji.cu.edu/...  . Ama şimdiden söyleyeyim harika bir çözümleme olduğu için eklemedim bu linki buraya. Bir metni bu kadar kurcalamak iyidir belki de bu kadar analitik bir takibin nesnesi haline getirmek de biraz zıvanadan çıkartmaktır herhalde. İş metnin kendisi olunca böyle oluyor demek ki. O halde dua edelim hep birlikte: iyi ki edebiyatçı! değiliz. Şükür)

Bir cümleyi, bir paragrafı defalarca okuduğum oldu. Anlamadığımdan değil, bir daha okumak istediğimden. Güzel düşünülmüş, süzülmüş, fazla tek kelime olmadan edilmiş cümleler. Bir bakın Allah aşkına:

“"Adamın biri bir deniz balığı tutmuş günün birinde, o kadar sevmiş ki yanında hep kalsın istemiş. Her gün suyunu tazelermiş, denizden kova kova çekip taşıyarak. Bir süre sonra usanmış deniz suyu taşımaktan, musluk suyunu denemiş. Balık biraz tedirgin olmuş ama alışmış sonunda tatlı suya. Gel zaman git zaman adamın içinde bir merak olmuş, tatlı suya alışan balık havaya da alışır mı diye... Balık önce boğulayazmış, debelenmiş, sonunda havaya da alışmış. Günlerden bir gün adamın denize gideceği tutmuş. Balığı da yanında. Koymuş onu çakıllığın gölgeli bir köşesine, kendi de denize girmiş. Çocuklar geçiyormuş oradan o ara. Balığı görmüşler. Nasılsa, acımışlar, bu balık karaya vurmuş, yazık, denize atalım, demişler. Adam deliler gibi yüzüp yetişesiye balık boğuluvermiş denizde."

Okurken bazı kelimeleri de uydurmuş diye düşünmedim de değil. Hatta bazılarından o kadar şüphelendim ki TDK’dan baktım, bulamadım. Büyük bir ustalıkla kullanılmış o kelimeler tanıdık geliyorlar ama tanıştırılmamışsınız işte. Tanışın, pek mutlu olacaksınız.

Masallar arasında en beğendiklerim Geceden Geceye Arabayı Kaçıran Adam, Yağmurlu Kentin Güneşçisi, Dehlizde Giden Adam, İncitme Beni (en çok sevdiğim),  Alsamender ve Bir Başka Tepe oldu. Sanırım varlık (veya yokluk) için verilen mücadeleyi seviyormuşum ben. Bkz: linkteki yazı.

Bu kadar bekledim diye üzülmüyorum Bilge Karasu okumak için. İyi ki şimdi okumuşum da iyi ki bu kadar keyif almışım. Yavaş yavaş, sindire sindire okunmalıymış. Koşturup dururken ara verip, kafayı kaldırıp, nefeslenmek gerekiyormuş. Özlemişim.

30 Kasım 2011

Glennkill: Bir Koyun Polisiyesi - Glennkill: Ein Schafskrimi



İrlanda kıyıları boyunca uzanan yalıyarlar. Üzerinde otlayan koyunlar. Otlağın ortasında göğsüne kürek saplanmış bir çobanın cansız gövdesi. Kim öldürdü, sorusunu cevaplamaya pek niyeti olmayan kasabalıların otlağa nafile gidiş gelişleri. Cinayeti çözmeyi bu nedenle üslenmek zorunda kalan “dünyanın belki de en akıllı” koyunu Miss Maple.

Daha önce de “hayvan polisiyesi” okumuştum. En başta aklıma gelen tabi ki Akif Pirinçci’nin Felidae’si. Haddinden fazla bilmiş ve maceraperest olan Francis adındaki bir kedinin yeni taşındıkları mahalledeki kedi cinayetlerinin peşine düşmesiydi konu. Bayılmıştım. İçinde kedi olan birçok kitabı sevdiğim doğru. Bu kitabı sevmemin de belki en büyük nedeni buydu. Tek nedeni de değildi ama. Kurgu çok iyiydi ve kitabın her adımında Pirinçci’nin kedilerle ne kadar haşır neşir olduğunu ve potansiyel olarak ne kadar kedileşebileceğini sezebiliyorduk. Kitabı beğenmem o kadar da yersiz değilmiş demek ki, çünkü Felidae 7 kitaplık bir seri olmuş. Pirinçci’de sorun olan tek şey onun Almanca yazmasıydı. Yani çeviriyi beklemek zorunda kalmamızdı. Çevrildi ve basıldı Türkçede; ama baskısı bitti, umursayan yok (Güncel Yayıncılık duy sesimizi!)

Bir Alman geleneği midir bilmem ama Glennkill: Bir Koyun Polisiyesi de Almanca yazılmış.  Hayvanlar üzerinden polisiye yazmanın belli klişeleri kırmaya elverdiğinin farkındayım. Polisiye okuru için pek polis gibi olmayan, çok sevdiği karısını ve biricik çocuğunu elim bir şekilde kaybetmiş, bu nedenle yalnız, üstüne başına pek dikkat etmeyen paspal, çoğunlukla alkolizme meyilli, pek bi entelektüel, adalet uğruna kanun dışına çıkmaktan çekinmeyen ama adaletsiz kanun adamlarının da korkulu rüyası olabilen dedektifler artık o kadar da sıra dışı olmuyor. Artık yeni polisiye tipleri yaratılmalı: solcu düşmanlıklarıyla nam salmış bir ülkede vicdan sahibi bir Behzat Ç. karakteri sıra dışı olabiliyor mesela ve de maalesef. Kurguyu değişik kılabilmek uğruna vakaya bir hayvan cinsi gözüyle yaklaşmak da bir başka kaçış olasılığı doğruyor demek ki…

Glennkill’in Felidae’den mühim bir farklılığı var. Felidae’de maktul (katili ve mevzuyu söylemeyeyim) araştırmacıyla aynı cinsken, yani kediyken, Glennkill’de öldürülen bir insan ama araştıran koyun (sürüsü). Bu nedenle olsa gerek Glennkill’in mevzusu daha ‘insani’ ve bu yüzden de daha ‘sıradan’.

Glennkill’deki koyunlar olabildiğine koyun olan koyunlar. Koyun olmaktan mutlu olan koyunlar. Neyse ki çoban George’un her akşam kitap okuması sayesinde az buçuk da olan bitenden haberdar koyunlar.  Kitaplardan veteriner farmakolojisini de öğrenmişler, harlequinn tarzı erotik aşk öyküleri de duymuşlar. Aslında insan dünyasına dair bildikleri çoğu şeyi George ve etrafındaki insanları gözlemekten değil de bu kitaplardan edinmişler.  İşte cinayeti çözecekken kullandıkları kullanacakları insana dair bilgi bu kadar. Zira hangi otun daha aromalı, leziz ve kıymetli olduğunu düşünmekten başlarını kaldırıp insan dünyasına bakmamışlar –ki düşünsünler. Ehh George da pek insan canlısı değilmiş hani.

Biraz zor bir kitap oldu benim için. Sıkıldım. Yüzeysel geldi. Hele ki yazarı Leonie Swann koyun dünyasına giriyormuş gibi yaptığında. İddia ediyorum babam kadar olmasam da koyunlar hakkında daha çok şey biliyorumdur. Swann bu öyküyü kurabilmek için gidip merada iki saat dikilmiş, koyunlara bakmış ve kısa notlar aldıktan sonra da gidip Glennkill’i yazmış sanki. Tabi biraz da kütüphane çalışması yapmıştır. İşte bu nedenle çok sevemedim Glennkill’i. Keşke Swann daha da koyunlaşabilseymiş. (işte bu nedenle çok sevmişim demek ki Felidae’yi). Ama içindeki ince dokunmaları da takdir ediyorum tabi ki --bkz. İsa, koyun, çoban, rahip vs. ilişkiselliği, hatta en eğlendiğim yerler de oralar oldu desem yalan da olmaz.

Son not: kitabın hemen başındaki hangi koyunun kim olduğuna dair bir liste var, tiyatro kitaplarının başındaki takdim listesi gibi. Çok işe yarıyor. Çünkü kitabı okurken sürekli kim kimdi demek zorunda kalıyorsunuz. Demek ki Swann’ın kendisi veya yayıncısı da farkındaymış kitabın çok da akmadığının…


Anlaşılan o ki kitabın uluslararası best-seller olması seriye devam ettirmiş Swann'ı. İkinci kitabı da yazmış: "Garou: Bir Koyun Korku Romanı". Hadi bakalım, bir çevrilsin de görüşürüz Leonie Hanım!

12 Ağustos 2011

Korkma Ben Varım


Yine kendi dilimde yazılmış bir kitabı bitirdim. Yine üzerine ahkam kesmek istiyorum. Geri çekiliyorum.  Zor bir iş bu. Olur da bir gün canı sıkılıp yazar kendi ismini gugıllarsa, burayı bulursa, okursa, hatta orada kalmayıp bir de yorum yazarsa “ulen mal onu mu dedim ben” derse. Korkarım. O yüzleşme cesareti bende var mı? Yok biliyorum, yok. Hep bi bahanem oldu yazmamak için. Gürsel Korat okudum mesela. Rüya Körü. Kafam çok dağınık dedim yazmadım. Ayfer Tunç okudum. Bu kitaptan önce Kapak Kızı’nı okumak gerekmiş dedim, erteledim. Oysa etrafımdakiler bilir. Yeşil Peri Gecesi’ni okuduktan sonra zangır zangır titredim ben. O dürüstlük beni haddinden fazla sarstı. Şimdi tuttum, işim yokmuş gibi Murat Menteş okudum. Okumaz olaydım.

Tamam biliyorum kitapları başkasına satacak cümleler bulmak için okumuyorum. Yoksa, niyeti bozsaydım, sevdiğim yerleri işaretlemeye başlasaydım, benden sonra işbu kitaptan kimseye hayır gelmezdi. Hatta lime lime olan kitapcağızın öte dünyada bana edeceği iki lafı da olurdu. Tövbe edilir de insandan ötürü hesap kapatılır belki de kitabın ah’ının hesabı verilmez.  Mecanin-i kütüb’ü aştım da bibliyofil oldum. Neyse. Konumuz “Korkma Ben Varım” idi.

Kitap bir türlü bitmedi. Uzun süredir kasıtlı olarak bir kitabı bu kadar sündürmemiştim. Hemen bitmesin istedim. İşte yaşayan genç bir yazarı sevmenin asıl sorunu bu! Oku, beğen, diğer kitabını da al oku, sonra bekle. Bekle de yazar bir şeyi kendine dert edinsin de yazsın. Olur, bu edebiyat sürecinin pasif tarafı okuyucu ya, beklesin de yazarın keyfi çatsın! Herkes bi Elif Şafak olamıyor ki o senenin anlam ve önemine binaen roman yazsın, her sene yeni bir kitap yumurtlasın. Neyse, o kadar da feci durumda değilim aslında. Bu bünye bi İhsan Oktay Anar’ı veya Murat Uyurkulak’ı bir şeyler yazsın diye beklerken araya başka birilerini katmaya alışkın. Kıssadan hisse: bekleyin Murat Menteş birkaç kitap yazsın, ondan sonra okuyun!

Ama Korkma Ben Varım’ı  neden okuyun dediğimi de söyleyeyim. Romanın kurgusu yüzünden, macera! (Menteş’in tanımıyla), anlatış biçimi yüzünden (harika!) ve iyi bir romanın başka türlüsünün de olabileceğini görmek için. Durun şimdi. Bu son dediğimi açmak istiyorum biraz.

Şimdiye kadar iyi roman diye bize anlatılanlar ne olursa olsun belli kalıplar dâhilinde görünürler. Mesela olaylar, olmadı karakterler, sıradışıdır (bir tutam marjinalleşme). Ya da karakterler cinselliklerini doya doya yaşarlar (bir tutam erotizm pozlu pornografi). Ve nihayetinde radikal söylemler (ve nihayetinde tozlu düşüncelerin reprodüksiyonu). İşte bu formüllerin dışında Korkma Ben Varım. Romandaki Fu’nun, Gıcırbey’in veya Hayati Tehlike’nin sıradan karakterler olduğunu söylemiyorum pek tabi. Okuyan bilir bunların ne manyak tipler olduğunu. Hatta olay kurgusu dahi uçuktur. Ama savruk değildir işte.

Bu romanda İstiklal-Kadıköy-Cihangir tiplemeleri yok işte. Şu AKP’ye %50 oyu kimin verdiğine bir türlü akıl erdiremeyen tipler de yok. Bildiğin tipler var.  Aşık olan, adam döven, cumaya giden, simit yiyen, Bruce Lee’yi seven, ahkam kesen ve cinayet işleyen insanlar var. Senin benim gibi tipler. Sevdim be…

Murat Menteş ismini Afili Filintalar’dan duydum. Haberim de vardı kitaplarından. Nasip değilmiş daha önce okumak. İyi ki de değilmiş. Tam ihtiyacım olduğunda elime geldi kitap. Memnunum. Ve üzgünüm de. Korkma Ben Varım elimdeyken bitmesin diye süründürmüştüm kitabı, şimdi de çabuk harcamayayım diye okumuyorum Dublörün Dilemması’nı. Anlayın işte, bu kitap beni ne hale koydu. Murat Menteş’i de pek sevdim ben. Hadi gel şurada bi çay içelim, içerken tavla oynayalım, arkasından da teravihe gidelim dese düşerim peşine. Al karşına konuş, sonra da ahh ahh iki kadeh atabilseydik keşke de. Bu kitap nasıl bir hissiyat yarattıysa bende?



İyi bir kitap yazısında mutlaka yazarın kendi kitabı hakkında söylediklerine de yer verilmeliymiş. Buyurun efendim yazarına göre kitabın konusu:  “Çok iyi bir adam var, ondan daha iyi bir adam daha var, ikisinden de daha iyi olan bir başka adam bunları öldürüyor”.  Nasıl sevmezsin şimdi bu adamı? Hele ki suretini çeşitli eylemlerde görüyorsan, hele ki İhsan Eliaçık’la konuk olduğu programı izliyorsan ve de yaptığı (hem de verdiği tabi ki) röportajları takip ediyorsan…

“İyi bir edebi metin insanda cümlelerini ezberleme hissi uyandırmalı”. Bu da onun sözü. Tamamen katılıyorum. Ezberleme iyidir. Kitabı çizmek kötüdür. Vebali büyüktür.

(Not: benim okurken keyif aldığım birkaç Murat Menteş röportajı: Suavi Kemal Yazgıç, kulüp dilemma, muhteviyat (kötü bir röportaj ama Murat Menteş’i tanımak için iyi fırsat), kafa ayarı (en sevdiğim bu oldu)  . Tabi ki şu yazı da gözden kaçmamalı, Alper Canıgüz, Murat Menteş ve Emrah Serbes all together)


(Not 2: Ersin Karabulut'a da bir teşekkür borçluyuz cümleten)

17 Haziran 2011

Kaybedenlerin Belleği - La Mémoire des Vaincus

“O zaman neden” diye başlayan bir soru hep ürkütmüştür beni. Çünkü soru en baştan sizin savunduğunuz şeyin aslında hayatta gerçek bir karşılığı olmadığını ve belki hoş ama boş konuştuğunuzu şıppadanak söyleyiverir size. Aynı zamanda da çok güzel bir köşeye sıkıştırma taktiğidir tabi. Mesela benim muhafazakar aile çevremde bu hemencecik “madem öyle, ‘o zaman neden’ halk sizin yanınızda değil?” formunu alır ve sizi yamultur. Buna ne yanıt verirseniz verin, sıçtığınızın resmidir -gerçekte sorunun biçimi yanlıştır. Olası yanıtlar ve altında okunan (1) halkımız farkında değil, bilinçsiz (1a) haa bi siz bilinçlisiniz, halk koyun yani (bkz. TKP’nin seçim kampanyası); (2) halkımız cahil (2a) haa bi siz okudunuz, çoban’ın oyuyla seninkisi bir mi?; (3) halkımız kandırılıyor (3a) haa bi siz akıllısınız, yüzde kaç dediydi Aziz Nesin?. Ya da solcu bir siyasi meclistesinizdir ve tartışma mutlaka (ama mutlaka) “madem öyle ‘o zaman neden’ hep yenildiniz?” formuyla neticelenecektir; neden enternasyonelden atıldınız? Neden Paris komünü yenildi? Neden Bolşeviklere teslim oldunuz? Neden kızıl orduya yenildiniz? Ha Kronstadt? Ukrayna? Neden İspanya’da, Katalunya’da yenildiniz? Neden 68 yenildi? Milyon tane “neden?”in ardından klişe “aynı şeyi düşlüyoruz ama… “lı bir cümle kesin. Yenilmiş olmak yenileceğinizi garantileyecektir neredeyse. Yapılanlar yapılacakların teminatıysa hangi birinize güvenelim sevgili Leninistler, Troçkistler, Stalinistler, Maoistler ve bilimum iktidar heveslisi sosyalistler. Ve dahi ezilen ulusların milliyetçileri. Ve hatta demir yumruklu komünistler. Ve de sendikacılar?

İşte aynı benim gibi hissetmiş olmalı Michel Ragon da oturmuş bu kitabı yazmış. Kendisi aslında çok bilinen bir sanat eleştirmeni ve mimarmış. Neden bu kitabı yazdığını gerçekte bilmesem de hissedebiliyorum. Bu mesele üzerine baya kafa yormuş, bulgularını roman haline getirmiş ama kişilik gelişimiymiş, karakterlerin tutarlıklarıymış konularını dert etmemiş de Ragon. Ama yazmakla da ne iyi etmiş! Ancak şu da var ki kitap o tarihsel olaydan buna koşarken sizi sanki bir günce okuyormuş hissiyatına sürükleyip bir belge’sel okuduğunuzu düşündürtüyor. Unutmamalı ki bu bir kurgu. Gerçi ben daha önce okumalarım ile Ragon’un anlattıkları arasında hiçbir çelişkiyi yakalayamadım (sadece Emma Goldman’dan bahsederken ‘o tarihte orada değildi sanki’ dedim ve pek yanılmadım). Ama birisine anarşistlerin neden hep yenildiklerini anlatmak ve bunun yanı sıra ‘kızıl’ların neden hep yenileceklerini ve ihanet edeceklerini anlatmak isterseniz uğraşmayın, bu romanı okumalarını salık verin…

Ragon Kaybedenlerin Belleği’nde o kaybedenlerin neden kaybettiklerine pek cevap vermiyor, öyle bir derdi de yok sanki, ama cevap verir gibi gördüğümüz yerde de kolay yoldan, aynı bizim gibi, kızıllar yüzünden diyor. ‘Önemli olan yenmek veya yenilmek değil, haklı olmak veya olmamak’. Tamam da, hani ‘haklıyız kazanacağız’dı? Önerme doğruysa tabi. Haklı olduğumuz için mi kazanacağız, yoksa kazandığımız için mi haklı olduğumuzu varsayacağız? Haklı olduğu için kazanılsaydı anarşistler hiç yenilmezlerdi; demek ki diğeri doğru: kazandıkları için haklı olduğunu düşünüyor bu tip Marksistler. Artık ne kazandılarsa? (Oysa işin öbür boyutu da var tabi. bkz. Terry Eagleton, Marx Neden Haklıydı? kitabı. Tahminimce, bu haklı olan Marx, o tarih sayfalarında veya bilumum solcunun dergilerinde yazılı olan kazanan Marx değil; hep bir tarafın ihmal edilen, örselenen Marx, hani şu anarşizmin teorisyeni olan Marx –bkz. Conatus dergisi).

 Ragon için önemli olan bu kızılların ihanetlerini ortaya sermek, anarşistlerin neden kaybetmeye mahkum olduklarını sorgulamak değil. Bu kahramanımız Fred’den belli. Daha çocukken kendisini bir şekilde Fransız Anarşistlerinin içinde buluyor. Bonnot Çetesiyle öyle tanışıyor. Sonra askerden kaçıp SSCB’ye gidiyor ve kendisini Bolşevik Hükümet için çalışan bir anarşist olarak buluyor –ki bu Ragon’un kitabından anarşistlerin en büyük günahı. Tüm yargısız infazlar, katliamlar, Kronstadt, Ukrayna olurken o politbüro elemanlarını naifçe vicdanlı olmaları için ikna etme çabasında.. SSCB’den kaçıp Fransa’ya gidince Durruti ile tanışıyor. İç savaş başlayınca önce Barcelona’ya sonra Madrid’e gidiyor. Hep eli kulağındaki devrimlerin ortasında buluyor kendisini. Fred’i hiç işçiler arasında örgütlenme çalışması yaparken görmüyoruz. Kendisi bir işçi, ama sadece işçiyken siyasetle pek uğraşmayan bir işçi. Yani siyasette varken hep ‘büyük’ adamlarla var. O nedenle Ragon bir anarşistin o dışarıdaki halk ile nasıl ilişkilenebileceğini, onu nasıl ikna edebileceğini dert edinmemiş kendisine. O anarşistlerin neden yenilip durduğuna bir cevabı da o nedenle yok. Olamaz da aslında. Yani Ragon bir anarşistin öyle yaptığını biliyor da neden öyle yaptığını bilmiyor gibi. Mesela Fred iç savaş süresince Barcelona’dayken gününü gün ediyor, her gün başka bir kadın militanla bambaşka fanteziler deniyor. Ama Fred gibi bu ortamların içinde büyümüş bir anarşist (doğuştan anarşist) bu kadınları pek anlamıyor. Hatta o cinsel özgürlüğü abuk bile buluyor. Neyse, anlatmayayım kitabı.

Okuyun bu kitabı. Okuyun da, roman niyetine okursanız çok şey de beklemeyin bu kitaptan. Mesela ben bu kitabı okurken sürekli olarak olayları yaşayan Fred’i değil de o olayları anlatan Ragon’u takip ettim. Yazar yarattığı karakterin öncesinde kendisini düşündürüyorsa okuyucusuna, o roman zayıftır nazarımda. Bir anarşist olan Fred ile değil de o Fred’i ve onun başından geçenleri anlatan Ragon’u izlemek gerçekten keyifli. Kitapta Volin’in Makhno’nun karısıyla yaşadığı ilişki gibi dedikodu malzemesi dahi var. O bölümü okurken E.H. Carr’ın Bakunin kitabındaki dedikoduları hatırladım da sinirlendim. Gereksizdi. hadi son bir uyarım daha olsun: bu kitap anarşizmi, anarşistleri veya anarşistlerin neden kaybedenler olduğunu anlamak için okunmaz, aynı Hans Magnus Enzensberger’in Anarşinin Kısa Yazı: Buenaventura Durruti’nin Yaşamı ve Ölümü kitabında hissedilen duygudaşlığı yeniden yaşamak için okunur. İsteyen Lenin’den, Troçki’den, Stalin’den veya sosyalistlerden neden nefret ettiğine dair bir gerekçe de bulabilir bu kitaptan, ama dediğim gibi dedikodusu bol bir kitap bu. İlla bu adamları neden sevmediğini bir türlü çözemeyen varsa bu kitabın yanı sıra, Ida Mett’in Kronstadt 1921’ini, Peter Arşinov’un Ukrayna Anarşist Hareketi Mahnovişçina 1918-1921’ini veya Maurice Brinton’un Bolşevikler ve İşçi Denetimi: 1917’den 1921’e Devrim ve Karşıdevrim kitabını okusunlar. Hiç olmadı Emma Goldman’ın Rus Devriminin Çöküş Nedenleri veya Voline’nin Rus Devrimleri adlı kitapçıklarını okusunlar. Hadi bakalım. Okuyup gelin de tartışalım…


(bu arada; kitabın çevirmeni Işık Ergüden. romanı okurken anlıyorsunuz zaten. sağolsun. yakında Işık Ergüden çevirileri diye bir okuma dizisi başlatırsam şaşırmayın. ciddiyim)

bu da bonus:


16 Haziran 2011

Sistem - Das System

Bazen bir pazarlama gazıyla gidip bir kitap alasım gelir, şu adına “yaz kitapları” dediğimiz kitaplardan birini işte. Genelde de pek pişman olmam o aldığım kitaplardan. O kitap belli kriterlere uygun olduğu için pazarlanıyordur çünkü. Yayınevi neredeyse emindir o kitabın bir best seller olacağından. Hele ki Can gibi bir yayınevi bir best seller adayının tanıtımına bu kadar bütçe ayırıyorsa vardır bir hikmeti. Öte yandan okuyucu da aynı trendi takip ederse istediğine ulaşacağını bilir. Belki önce şöyle bir bakar etrafına, yüksel sokaktaki pek kalabalık kitapçıların tam karşısına arsızca stand açmış olan korsancıların tezgahlarına bu kitap ‘düşmüş’ mü acaba diye. Ne de olsa cebindeki para kıymetlidir, boktan amerikan aksiyon filmlerine sinemalarda verilen 15 lira bir türlü aksiyon yazarlarına değer görülmez nedense. Belki de sinemanın karanlık ortamlarında sevgilinin mıncıklann memesinin kitap okurken karşılığı olmamasındandır. Ve bu 15 lira o kadar değerlidir ki illa bu parayla kitap alıncaksa bu para mutlaka yüksek edebiyata veya iki gıdımlık solcu toplantılarında karşı cins(iyet)e satılacak teorik zırvalıklara  harcanmalıdır. İşte öyle bir ruh haliyle tam 22 lira verip aldım bu kitabı: Karl Olsberg’in Sistem’i…

Arka kapak yazısı tatmin edici değildi ama Can yayınları referansı vardı. Konu defalarca işlenmiş ama belki de bu yüzden hak ettiği ciddiyeti kaybetmiş bir konuydu. Ya insanoğlunun yarattığı teknoloji, kontrolden çıkar ve insanlığa savaş açarsa! Kitabın kendi içinde de 2001 Space Odyssea’ya gönderme yapılmış (Ben de bir önceki konuda Arthur C. Clark’ı anmıştım HAL vesilesiyle). Ama HAL tek hücreli bir organizamaya karşılık gelen güç kaynağına hala bağımlı olan akıllı bir bilgisayarken, Pandora kendisini tüm internet ağı üzerinden dünyaya yaymış olan, bu sayede bilgisayarlardan, kamera sistemleri, cep telefonları, sinyalizasyonlar, uydular, nükleer santraller, trafik sistemleri, hatta mp3 çalarlar ve otomatik kapı ve yangın sistemlerine dek çipi olan her elektronik birime hükmetme kudretine erişmiş çok hücreli bir sistem. Pandora bu yüzden tekil değil; postmodernizmin çoğulluklarından biri (çokluk bile denilebilir belki). Aynı olması gerektiği gibi; bu sistemin tümü beyin, ve bu beynin bir beyni yok! Yani bir merkezi yok ki dünyayı kurtarmak isteyen kahramanlarımız fişini çekip Pandora’yı etkisiz hale getirsinler.

Bu söylediklerimin kitap içerisinde hiç de temel bir yeri yok. Olsberg bu konuda diyeceklerini çok-satar okuyucusu boğmayacak kısalıkta ve sıkıcılıkta Prof. Weisenberg’e söyletmiş. 400 sayfada 4 sayfa. Çok bile! Bu yüzeysellikteki bir kitap pek tabi ki o en başta bahsettiğim aksiyon filmlerinden fazlasını ifade edemiyor. Hatta kitapta anlatılan Pandora bile değil aslında. Dünyayı kurtarmaya namzet kahramanlarımızın polislerden, birinin karısından ve kayınpederinden diğerinin de tecavüzcüsünden kaçışıp durmaları. Abarttım biraz tabi ama ortada adam gibi bir kötü adam dahi yok. Aksiyon açısından dahi vasatı aşamamış bu kitap!


Ama çok satar bu kitap! İçinde teknoloji var. Nükleer bombalar, biyolojik silahlar, tank, silah, bıçak var; sonra kovalamaca sahneleri, tekne, helikopter, düşen uçaklar, kareoke yapan Japonlar, kişiliksiz ama klişe bir polis, kafası çalışan ince belli kısa siyah saçlı dahi kız, ha seviştiler ha sevişecekler denilen sahneler, kötü kapitalistler, çok meşgul biliminsanları, psikolojik sorunlu insanlar.. oo daha ne olsun. Koy içine Nicholas Cage’i, Bruce Willis’i ve aksiyon prensi Jason Statham’ı (Yanlış olmasın bu üçlünn her filmini izlemişimdir ben!). Çok iş yapar bu kitap. Tabi korsana düşerse…

Eğer fiction kitap okuma isteğiyle yanıp tutuşuyorsanız bulaşmayın bu kitaba. Gidin Dan Brown okuyun, Maxime Chattam veya Christopher Grange neyinize yetmiyor? İlla ki amerikanvari olacaksa bu işin piri Tom Clancy var, olmadı Stephen King var Peter Straub var. Bu kitabı ‘arkadaşta varsa belki’ kategorisine alıyorum. Ve Can yayınlarına da teesüflerimi sunuyorum. Sonuna kadar hadi şimdi toparlanacak, şimdi vurucu olacak dedik. Sonunda dünya barışı çıktı yahu…    

7 Haziran 2011

Zamansız Dünya - A World Out of Time

“Yok, Türkiye’de şöyle keyifle okunacak hardcore bilimkurgu kalmadı artık” diye hayıflanıp durduğum günlerde burnumun ucunda sevip saydığımız bir yazarın bilmediğim bir kitabının olduğunu öğrenmeme işaret denmez de ne denir ki? Hemen kitaba el koyma operasyonu gerçekleştirdim ve hemen okumaya giriştim. Ama okunmadı, okunamadı. O ‘hemen’ sürdü de sürdü, kitap süründü…

Larry Niven’ı severiz sayarız. Hatta vakti zamanında Arthur C. Clark’ın Rama serisini okurken araya Larry Niven’in Halka Dünya’sını (Ring World) sıkıştırınca Niven’ın dehasına hayran kalmış ve kronolojik sıralamaya uygun olarak Clark’ın Niven’ı taklit ettiği sonucuna bile varmıştık. Ama Niven’ın elime geçen şu son kitabını, yani Zamansız Dünya’yı, okuduktan sonra fark ettim ki Clark’ın her kitabı farklı tatlar sunarken, Niven’ın şöhreti neznimde tek kitaplıkmış.

Benzetmeye devam edersek Arthur C.Clark’ın 2001 serisinin baş kahramanlarından HAL’in bu kitaptaki Peersee benzeşiyor ama Peersee o kadar da öykünün odağında değil. Hatta biraz ileri gidip şu bile denebilir: Arthur C. Clark ‘72 yılında yayınladığı Rama’yı ‘70 yılında yazılan Halka Dünya’dan çaldıysa, Larry Niven da bu artificial intelligence’in boyuneğmeyen versiyonunu ‘68’de yayınlanan Arthur C. Clark’ın HAL’inden Peersee’yi devşirerek ‘77’de Zamansız Dünya’yı yazarak çalmıştır.  En nihayetinde alan da memnundur, satan da. Bir ben memnun değilimdir.

Saçmasapan cümlelerimden de anlaşılacağı üzere bu kitaptan hiç memnun kalmadım. Bitse de gitsek dedirtti bana. Ve tekrar Arthur C. Clark bu alemde kral sayılırken neden Larry Niven’ın es geçildiğini anlamış olduk. Hatta şöyle diyeyim Halka Dünya serisinin diğer kitapları için Niven’a son şansı veriyorum. Zira bu romanı basan altıkırkbeş dahi bu Devlet isimli serinin devamını basmamış. Uyarıyorum, son şansını iyi kullan Niven, yoksa adını ucuz bilimkurgu romanları (pulp science fiction) arasında anacağım ve aklımda Vietnam savaşına karşı bildiri hazırlayan bilimkurgu yazarı olarak değil Reagan’ın danışmanı olarak kalacaksın. Nasıl tehdit? Larry Niven, akıllı ol!

18 Mayıs 2011

Çığrından Çıkmış Zaman - Time Out of Joint

İlk baskı (1954)
Kitap bitti. Kapağını kapattım. Hemen başucumdaki okuma lambasını söndürdüm ve uykuya daldım. Tamam bu kitap da beni uykumdan etmişti etmesine de ama bazı kitaplar vardır ya, hani gözlerinizden uyku aksa da bir türlü devamını sonraya bırakamazsınız ya da nihayet kitaba kıyıp bitirirsiniz ve hemen akabinde aklınıza “vay be...”den daha mantıklı ve daha yerinde bir cümle gelmez, işte o kitaplardan da değildi Çığrından Çıkmış Zaman (CCZ) benim için.

Neyse ki her gecenin bir sabahı var (bir umut!). Şöyle bir dönüp bakınca aslında iyi bir kitabın zayıf bir çevirisini okuduğumu fark ettim. Boşu boşuna uyumadan önce okuduğum kitaplara yazık oluyor diye hayıflanıp durdum. Bunu söyleyebilmem beni rahatlatmadı, aksine kızdırdı. Daha önce adını duymadığım ama üzerinde Philip K. Dick adını görünce hemen aldığım bir kitabı sırf ben bu kitaptan haberdar değildim (hatta iyi bir kitap olsaydı ben kesin bilirdim! ) diye küçümseyip uykuya dalış kitabı olarak tükettim işte. Çağıma gayet uygun olarak. Oysa bu kitap daha önce ayıla bayıla okuduğum Mars’ta Zaman Kayması – Martian Time Slip kitabından veya Gökteki Göz – Eye in the Sky’dan, hatta Yüksek Şatodaki Adam – The Man in High Castle’dan geri kalmazdı sanki. --de eşeklik bende işte..

Bu blogu bir türlü şekillendiremedim kafamda. Hala buraya tam olarak ne yazacağımı bilmiyorum (en azından en başlarda bir süre yaptığım gibi izlediğim her filmi yazmayacağımı, daha doğrusu yazmak istemediğimi de biliyorum artık. Şimdilik sadece okuduklarım hakkında iki çiziktirme kararındayım). İşte buradan başladım ve 2011’in başından beri –ki bizim için aynı zamanda müthiş bir milattır- okuduklarımızın bendeki karşılıklarını yazacaktım ilk önce. Listemde sıra CCZ’ye gelmiş iken durdum. İlk hissettiğimi şeyin kızgınlık olduğunu fark ettim çünkü. Şaşırdım. CCZ için şu an hissettiğim şudur: hakkını vermediğim kitap!

PKD neden cyberpunk’ın babası sayılır ve neden onlarca ülkede yüzlerce fan club’ı vardır sorularına verilebilecek en güzel yanıtlardan biri de bu kitap olmalıdır aslında. Yine o çok beylik  olan ve mükemmel entelektüelin ilk lafını edelim: yine bir gerçeklik sorgulamasıyla karşı karşıyayız. Bittabi buna sorgulama diye biz diyoruz. “PKD yeni, başka, alternatif bir gerçeklik kuruyor” desek ve karşımızda ustanın kendisi olsa muhtemeldir ki “senin kurduğun ve inandığın gerçekliğin benim kurduğumdan daha gerçek olmasını sağlayan ne peki” derdi. İşin aslı usta’nın Marsta Zaman Kayması kitabında direttiği “kimin gerçekliği” sorusunu sormayı seviyoruz işte, aynı Kafka’nın Gregor Samsa’sını yad edip duruşumuzun nedeni de o. İşte CCZ’yi sevdiysek de aslında aynı nedenden sevdik.


Kitabın içeriğine dair bir şeyler demek de gerek belki de. Ragle Gumm hayatındaki tek meşgalesi bir günlük gazetenin her gün yayınladığı Küçük Yeşil Adam bir sonraki adımda nerede olacak? adlı yarışması olan işe yaramaz bir dayı. ABD’nin neresinde olduğu bilinmez küçük bir kasabada yaşayan ideal orta sınıf bir aileye mensup, biraz evde kalmış, biraz da asosyallikten muzdarip bir zatı muhterem. Aslında bir kahraman. Biz bilmesek de bazı şeyleri gören ama kelimelere dökemediği için gördüklerini yok hanesine kaydeden, tüm hayatını gazete yarışmasını sürekli olarak kazanıp durmasına borçlu olan bir kişi. İşte o Gumm’ın gözlerinin önünde bir meşrubat dolabı yok olur ve PKD usta konuşmaya başlar...

Bu kitap PKD’nin ilk kitaplarından biri. Şöyle diyelim: bu kitap PKD’nin gerçeklikler ve zamansallıklar ile uğraştığı kitaplar dizisinin ilklerinden. Ancak anlaşılan o ki PKD yazın hayatında anlatacakların asıl temelini bu kitapta atmıştır (bu konuda Yves Potin imzalı PKD’nin CCZ’sinde 4 gerçeklik seviyesi adlı harika bir makale buldum. Link burada. Üşenmezsen bir gün çevirip buraya koyarım). Sırf bu nedenle bu kitabı araya kötü çeviriler girmeden orijinal dilinde hem de uyanıkken okumak gerekiyor.

Kitabı anlatmak istiyorum ama bu çok yersiz olacağı için vazgeçiyorum. Yine de şunu söyleyeyim: kitabı okurken PKD’nin “gerçeklik siz inanmayı bıraktığınızda dahi gitmeyen şeydir” tanımını akılda tutmakta fayda var. Yoksa gerçeklikler arasında yitip gidilebilir alimallah. Kitap da bu tanım üzerine kurulu. Hatta diyelim ki bu kitap post-teorilere giriş kitabı olarak okutulmalıdır. Bu da bitirmeden evvel ki uyarı olsun da post’u duyunca post’u deldireceğini sanan sert abiler yanaşmasınlar PKD külliyatına. Şu da PKD’nin son sözü olsun: “kelime gerçeği temsil etmez; kelime gerçeğin ta kendisidir”. Hadi bakalım....

Yoldaş Pançuni

İşte tam bir antikomünist kitap! Bu kitabı arasanız tarasanız Odyan’ın zamanının Ermeni sosyalistlerine içeriden bir eleştiri yaptığını falan okuyacaksınız, külliyen yalan! Odyan hiç de sosyalistlerin yanında (arasında hiç!) olan bir adam değilmiş. Hatta bir yakınını sosyalistler mi öldürmüş neymiş de bu kitapla onlardan bir çeşit intikam almış. Kaynak için link burada… 

Amma velakin Odyan’ı siyasal ve kişisel geçmişiyle birlikte düşünüp Yoldaş Pançuni’yi okumak da çiğlik olacak. Ben şanslıydım; çünkü Yoldaş Pançuni’yi okumadan önce ilk paragrafta söylediklerimin hiçbirinden haberdar değildim -ama maalesef siz bu kitabı okuyacaksanız, size istemeden de olsa Odyan hakkında spoiler vermiş oldum. Kitap bir mizah (!) kitabı sayılabilir; kolay okunduğu da söylenebilir ama keyifli okudum dersem neyden keyif aldığımdan da bahsetmem gerekecek ki, istemiyorum.

Odyan önce Pançuni’nin kısa bir özgeçmişini veriyor. Sonra da Pançuni’nin parti merkezine yazdığı mektupları derleyerek öyküsünü kuruyor. Yöntem bu. Ama bunu yaparken aynı anlatım yöntemiyle yazılmış olan bu kitap ne Jose Saramago’nun Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş’u (As Intermitancias da Morte) kadar iyi kurgulanmış ne de kendisi de sıkı bir ultraliberal olan Mario Vargaz Llosa’nın Yüzbaşı ve Kadınlar Taburu (Pantaleon y Las Visitadoras) kadar mizahi. Ortada bir derdin olduğu kesin ve bu dert ilk bakışta sosyalizm düşmanlığı olarak değil de aptal sosyalistlere hasımlık olarak görünüyor. Ancak şu an bile sosyalizm davasına memur bir çok kişi için bu kitabın haklılığı su götürmezdir. Benim antikomünist demem kötü niyetimle, Odyan’ın kişisel kiniyle veya Pançuni’nin aptallıkları ile alakalı değil; sosyalistler için çok alıcı bir sorunla, yani ulusal sorun ile alakalı.

Siyaset ile haşır neşir olmaya başladığım zamanlarda ilk kez duymuştum Pançuni’nin adını. Fiil olarak Pançunileşmek formunda da kullanılıyordu, isimden isim türetilmiş haliyle Pançunilik formunda da. O zamanlar içinde bulunduğum siyasi yapıya hep Pançuni- vesilesi ile küfür edilip durulurdu. Pançunilik yapmak “ulusal davaya ihanet etmek” demekti. Yani tutup Kürt siyasetine “mesele sınıfsaldır; mücadele verecekseniz hadi bakalım başınızdaki feodal kalıntılarla, yani ağalarla, şeyhlerle, aşiret reisleriyle de mücadele edin Kürt emekçileri. Pek tabi ki Türk kardeşlerinizle birlikte” diye dışarıdan artist artist laf ederseniz, ondan sonra ağzınızla kuş tutsanız da  kaderiniz artık sizin ezen ulusun milliyetçileri ile eşitlenmeniz ve söylediklerinizin tek amacının Kürt ulusal mücadelesini bölmek olduğundan hareketle –iyi ihtimalle- ihmal edilmeniz ve ötelenmeniz olurdu. Çünkü mesele ezen ve ezilen sınıflar değil ezen ve ezilen uluslar, halklardır. Pançunilik yapmak, o ulus mücadelesini sınıf savaşı perspektifi ile parçalamaya çalışmak demektir; Pançunileşmek ise yeri geldiğinde objektif hainliğe delalettir, yeri geldiğinde olmayan (!) bir sınıf çatışkısını görmek ve olmayan çatışkıyı yaratmaya işarettir.     

Mesela Pançuni propaganda çalışması yapmak üzere bir Ermeni köyü olan Dzabılvar’a gittiğinde tüm ahalinin kendi halinde yaşayıp gittiğini görür ve hemen fitne yaratmaya girişir. Pançuni köyün diğer geri kalan ahalisinden iki fazla koyuna, dört fazla tavuğa sahip olan Res Serko’yu köyün kapitalist sınıfının yegane temsilcisi olarak, bir burjuva olarak tespit eder. Kapitalist sınıfının işbirlikçileri olmadan yapamayacağı gerçeğinden doğru köy kilisesinin papazını da işbirlikçi gerici sınıfın namzeti olarak mimler. Köyün delisini, kıçına tekme basılmış ırgatını, sağır bir nineyi ve haylaz bir çocuğu örgütleyerek işe girişir. Tek amaç sömürgen kapitalist sınıfa karşı amansız bir savaştır. Ama kapitalist sınıfın kendisiyle kavga etmeye yanaşmaması nedeniyle (!) sürekli sorun yaratır ve en sonunda köyün sınıf mücadelesi neticesinde Kürt eşkiyaların marifetiyle sonunu getirir. Gerisinde köylülerin cansız bedenlerini bırakıp kaçarken devrimin kansız olmayacağından emindir Pançuni. Çok mizahi di mi?

Pançuni sosyalizm davasına kafayı takmış görünen öz itibarıyla çıkarcı ve işe yaramaz adamın tekidir. Onun nezninde sınıf mücadelesinin ne kadar yanlış bir şey olduğunu görürüz. Mesela mevzu aynı dili konuşan, aynı kilisenin (veya caminin) cemaati olan, aynı düşmanla karşı karşıya olan fetüs formundaki bir ulus ise, sınıf mücadelesi bölücüdür. Odyan’a göre Pançuni arada sırada Türk askerleri ve Kürt eşkiyaları ile işbirliği yaparak da olsa sınıf savaşını yürütmeye çalışan inançlı ve inatçı bir haindir, çünkü yeni inşa edilen bir ulus içinde farklı sınıflar yoktur (aynı Türkiye Cumhuriyeti’nin de ayrıcalıklı zümreleri olmayan sınıfsız bir milletten müteşekkil bir ulus-devlet olması gibi). Bir ulus başka bir ulusun tehditi altındaysa, o ulus içerisindeki sınıf ayrımları varsa da gözardı edilmelidir (tehdit emperyalizmse, sömürgeleşmeyse veya işgalse öncelik vatan-milletin bekası). Ve son olarak, sosyalistler sırf gerçekte çok da mühim olmayan “toplumsal farklılıklar”ı yaratmak uğruna düşmanla işbirliği yapan, vatanını satmaya dünden razı olan hainlerdir (Komünistler Rusya’ya!). Pançuni o kadar alçaktır ki ezilen işçi sınıfını uyandırabilmek uğruna Kürt köylülere Ermeni kafilelerini katledip mallarına el koymalarını bile teklif eder!

Ulusal kurtuluş mücadelesi ile sınıf savaşı arasındaki gergin ilişki tabi ki bugün de devam ediyor. Mesela Kürt siyaseti sınıfsal görünmeye çalışmasına rağmen değildir, hatta sürekli olarak sınıf mücadelesi dışlanma eğilimindedir. Bu nedenle bazı aşiret reisleri, dini bütün muhteremler veya liberallerle her daim içli dışlı olmak zorunda kalır. Ana akım Kürt siyaseti açısından Kürtler Pançunilere izin veremezler. Mevzu ulusal varoluş mücadeleyken sınıf mücadelesine yer yoktur, hatta sınıfsal perspektif tehlikelidir. Bu mizah kitabında Odyan öyle bir hikaye anlatır ki  “Pançunigiller –yani sosyalistler- Ermeni halkı arasına nifak sokmasalardı belki de 1915 faciası yaşanmazdı” iddiası çok da temelsiz görünmez. Hadi bunu da geçtik, ama Odyan sağolsun, ulusalcılık ve milliyetçilik siyaseti varyeteleri ile sınıf siyaseti arasındaki ayrılığı ve aykırılığı yeniden hatırladık.

Kitabın benim için ilgi çekici yönlerinden biri, kitabın farkında olmadan bir iddiayı desteklemesidir. O iddia şudur: “1917 ekim devrimine kadar ‘iki düşman kardeşin’ yani rekabet halindeki anarşizm ile sosyalizmin siyasal arenadaki ağırlıkları birbirine yakındır”. Pançuni bir sosyalisttir ama referansları Marx’dan ziyade Bakunin ve Kropotkin’dir. Örneğin, Pançuni ve yoldaşları Surp Vartan manastırını ele geçirip ismini değiştirirler: Kropotkin manastırı. Öte yandan Pançuni amansız bir evlilik düşmanı ve özgür aşk savunucusudur. Eğitim düşmanıdır. İşçiler ve köylülerin yanısıra ilk olarak ayaktakımını (Bakunin’in lümpen proletaryasını) örgütlemeyi düşünür. İstanbul’da 31 Mart’a iştirak eden Ermenilerdense komşu köydeki Kürdü, Türkü ve Lazı tercih edecek kadar antimilliyetçidir. Özel mülkiyete saygısı yoktur. Ama kapitalizmin ekonomik çözümlemesine de ihtiyacı yoktur. Bir örgüt ve eylem fetişistidir –yanlış şekilde bu bir parti olsa da. Yani tam bir anarşisttir! Hatta onca kez sosyalizm derken bir kez bile devrim demez. O kadar anarşisttir!

[ara not: Anadoludaki ilk anarşist metin 19. yüzyıla girerken Ermenice olarak İzmir’de basılmıştı. Yani buralardaki anarşist gelenek, serüvenine Ermeni devrimcileriyle başlamıştır. Hadi bir şey daha söyleyeyim yeri gelmişken: Ermeni devrimci hareketi içerisinde etkili bir isim olan Aleksander Atabekyan bir anarşisttir ve aynı dönemde hem Anarşizmin önemli isimleriyle çalışırken hem de Osmanlının Ermenilere karşı giriştiği katliamlarla mücadele eder. Dönemin Ermeni anarşistleri –sosyalistleri- hiç de Oryan’ın anlattığı gibi hain değillerdir. Daha fazla bilgi için müraccat: artık yayınlanmayan ve eksikliği hala doldurulamayan Siyahi dergisinin 9. sayısındaki Cemal Selbuz’un Azatutyan Canaparhin Anarxistmi: Aleksander Atabekyan adlı makalesinde]

Kitabı okuyup da Pançuni’yi sevmek mümkün değil çünkü kendisi tam bir aptal olarak resmedilmiş (yani Train de Vie’deki Komünist Yossi ile hiçbir alakası yok). Lakin tüm bu aptallığı içinde dahi Pançuni'yi Odyan’dan daha tutarlı görünüyor. Ama tutarlılık gerçek bir politik zeminde çok da bir şey ifade etmiyor maalesef. Tamam ulusal zeminde siyaseti sevmiyoruz ve de onaylamıyoruz, eyvallah da, en sonunda bu konu hakkında söyleyeceklerimiz de Pançuni’den öte gitmiyor işte: “no war between nations, no peace between classes”. (uluslar arasında savaşa, sınıflar arasında barışa hayır". Buna aptallık diyen desin, bizim de onlara diyecek iki çift lafımız var elbet…

4 Mayıs 2011

Kral Fare - King Rat



Küçükken arada sırada uğramak zorunda olduğumuz bir akrabamızın benimle aynı yaşta olan bir oğlu vardı. Bu çocuğun böyle çeşit çeşit masal kitapları vardı. Kapağı açılınca rengârenk sayfalarla karşılaşırdınız, hatta kimisi 3D formatına bürünürdü bu sayfaların. Ne özenirdim o çocuğa, ne severdim o kitapları. Hem büyük, renkli, “kaygan kağıtlı”, kimisi 3 boyutlu idi hem de bunlar benim pek haberdar olmadığım masalları anlatırlardı.

Sürekli olarak küçükken kitaplarla ilişkimin hep sınırlı kaldığını düşünürdüm ama şimdi dönüp bakıyorum da o kadar da uzak değilmişim kitaplara aslında. Mesela sürekli olarak ilçe kütüphanesinin üye kartını taşırdım ben. Bir sürü şey hatırlıyorum o kütüphaneden…

O bizim öğrencilik dönemlerimizde dönem ödevi hazırlamak şartı vardı. Hem de her dersten. Eğer 8-10 arası alırsanız o ödevden karneye düşecek olan notunuz 1 artardı, yok eğer 6’dan aşağı geldiyse o not, o zaman 1 eksik düşerdi karneye. Ben not artışına aldırmayan, daha doğrusu buna pek ihtiyaç duymayan bir öğrenciydim. Sanırım kimince inek vasfında, kimince ukala vasfındaydım.  Ama yine de kütüphaneye üyeliğim aslında bu ödevlerin üstesinden gelebilmek için ihtiyaç duyduğum Ana Britannica ve Meydan Laorusse ciltlerine erişim içindi. Dönem, henüz ansiklopedilerin 60 kupona verildiği dönem değil, fasikül fasikül gazete bayilerinden satın alındığı ama seri tamamlandıktan sonra dahi nedense o fasiküllerin bir türlü ciltlettirilmediği dönemdi. Bir dönem sonra vitrinlerde yer kalmayınca annelerin yeter artık ben Arcopal yemek takımı istiyorum diye isyan ettikleri dönem başlamıştı ki Allah’tan o dönemde orta öğretim öğrencilerinin dönem ödevi hazırlama yükümlülükleri kalkmıştı hatta bizler kredili sistem sağ olsun 2,5 senede liseyi bitirmeye hazırlanıyorduk. Pardon, zaman çizelgemde hayli ileri gittim, şimdi dönelim geri…

En başta, ilkokul öğrencisiyken öğretmen götürürdü zorla. Hatta ödevlerimizi orada yapmamızı isterdi. Her öğrenci gibi biz de öğretmenin dediğini yapmamak için inatlaşırdık tabi. Ve o kütüphane salonlarında kaytarmak için tek seçenek vardı, o da oradaki öykü ve masal kitaplarıydı. Düşünüyorum da dönemin kütüphane müdürü haddinden fazla milliyetçi biri olsa gerek ki oradan sadece Nasreddin Hoca, Keloğlan ve bilumum Dede Korkut kitabı hatırlıyorum. Sanki bütün La Fontaine’leri hep başka yerlerden okumuşum. İşte o akraba çocuğunun kitapları ondan da hoşuma giderdi. Tamam Pamuk Prenses ve 7 Cüceler’i, Kırmızı Başlıklı Kız’ı, Cinderella’yı, Bremen Mızıkacıları’nı, Pinokyo’yu veya Yalancı Çoban’ı biliyordum ama onda Rapunzel vardı, Hansel ve Gratel vardı, Uyuyan Güzel, Kurbağa Prens, Kırmızı Çizmeli Kedi, Kurşun Asker vardı. Tabi ki bir de Fareli Köyün Kavalcısı*.  

Bu saydıklarımın birçoğunu öyle ya da böyle hatırlıyordum ama Fareli Köyün Kavalcısı’nı (FKK) hatırlamıyordum hiç. Okuduğumu biliyorum ama bende hiçbir karşılığı yokmuş demek ki. Ama hiç de bil(e)mezdim kendimi çocuk sahibi olmaya hazırladığım bir dönemde bu masalı tekrar hatırlayacağımı. China Mieville sağolsun.

Vakti zamanında okumayı çok seven ve düzen çarklarına girmeyi şiddetle reddeden, bir dönem mutlaka beline kadar saçlarını uzatmış her genç gibi biz de bir yayınevi kurmayı tasarlıyorduk. Sabahlara kadar sontilkiyle birlikte kitap taramış, hatta ülke dışındaki yayınevlerine mailler atıp kitap bile istemiştik. Yolladığımız o arzulu ve coşkulu maillere kanan kimi yayınevleri (AK Press bunlardan biriydi) bize kitap göndermişlerdi. İşte istediğimiz kitaplardan biri de China Mieville’nin Merdido Street Station’u idi. Okuma görevi sontilki’nindi. Kitap, hazretlerinden olumlu görüş almıştı da basma kararı almıştık, diye hatırlıyorum. Para bulamadık tabi ki. Kaldı. Kahrolsun kapitalizm!

Yordam gibi bilinen ve sağlam kitaplar basan bir yayınevinin cyberpunk, gotik punk veya urban dark fantasy gibi bir alana girmesine ve seriye China Mieville (CM) ile başlamasıyla şok olduk ve sevindik. Hatta tüm kıskançlığımızı takınıp, o adamı ilk önce biz bulmuştuk, dedik, “Mieville sıkı bir Troçkist – Marksist ya, Yordam ondan basıyordur o kitabı” diyerek bok bile attık. Çatladık, resmen çatladık. En sonunda kendimize bi geldik de rahatladık, keyiflendik. Kitapçı raflarında görür görmez hemen aldık da okuduk.

İşin aslına bakılırsa Kral Fare’nin FKK ile ilgili olduğunu kitabı okumaya başlamadan önce bilmiyordum (CM ismini görünce kitabın arka sayfasını bile okumamışım anlaşılan). Hatta okumaya başladıktan sonra da bir süre “çok tanıdık” deyip durdum. Kitabın yükselip de tavan yaptığı yerlerin birinde Kavalcı kavalına üflemeye başlayınca milyon tane farenin onun peşine düştüğünü ve Londra’nın göbeğinde kendilerini Thames nehrine bırakıp telef oldukları anlatıldı da anca o zaman aydım.  O ana dek kitabı ilk okuduğum yazarın keyifli bir kitabı olarak okuyordum, ondan sonra kitabı bir masal cover’ı olarak okumaya başladım, ki bu büyük bir hataymış.

Kral Fare’ye bir masalın (hadi bir efsanenin diyelim) urban dark fantasy olarak uyarlanmış hali demek ziyadesiyle mümkün. Ama kitabı sadece buradan okumak CM’nin karanlık fantezilerini küçümsemek anlamına gelmesin. Kral Fare bana fazlasıyla Neil Gaiman’ın YokYer’ini hatırlattı; ancak Gaiman bir masal yaratırken CM bir masalı gayet soğukkanlı bir gerilime çevirmeye çalışıyor. Bunu başarıyor da! Kitabın bazı bölümlerinde, mesela ….’n Londra metrosunun karanlık tünellerinde kanlı bir pelte gibi patlayışı veya güzelim Natasha’nın şuursuz halde Kavalcı’nın esiri haline gelişi gibi, ben cidden ürperdim. Tabi ki kitabın asıl zirvesinden bahsetmiyorum bile…

Kitabı okurken en büyük keşke’m “keşke elektronik müziğe biraz daha aşina olsaydım” oldu. CM’nin anlatımında genelde müzik özelde ritim o kadar önemli bir yere oturuyor ki Kavalcı sadece sihirli bir kaval çalan bir adamdan ziyade müzik ve ritim dehası acımasız bir katil olarak konumlanıyor. Ritmi öyle bir kullanıyor ki Kavalcı, CM bu sayede romanın zirve noktasında, bir katliam ortamında, zaman akışını istediği gibi eğip büküp elektronik müzikli, az ışıklı bol kanlı orgy formunda bir dans-seks partisi kurgulayabiliyor. CM öyle bir Kavalcı yaratmış ki sanki sadece o sayede Kral Fare’yi yaratmış gibi olmuş. Bu Kavalcı’yı bu kadar önemli kılan şey ise CM’nin onun anlatma becerisi değil kuşkusuz. Hatta CM Kavalcı’yı hiç Kavalcı’dan doğru anlatmamış bile; asıl kahramanımız Saul’un hissettikleri üzerinden biliyoruz Kavalcı’yı, onun ne kadar kötü olduğunu. Lakin Kavalcı’nın kötülüğü ne bileyim salt kötülük olan İskeletor veya Ali Cengiz gibi değil de daha çok Dark Night’taki Joker’in kötülüğü gibi. Biraz mahkum kalınmış bir kötülük. CM romanın herhangi bir yerinde herhangi birine kötü yakıştırmasını yapmıyor. Kötülük gibi görünen şeyin arkasında tüm kötülüklerin anası var yine: iktidar. Kavalcıyı, Farelerin Kralı’nı, Anansi’yi ve Saul’u karşı karşıya getiren şey iktidar savaşından öte bir şey değil aslında. Ama…


Anlatımı keyifli (bu açıdan çeviriye de güzel demek lazım tabi) ama çok da derin olmayan bir kitap Kral Fare. Ancak romandaki karakterler sağlamlar ve gerçekten kişilikliler. YokYer’de şikâyet edip durduğum hissiz ve neden öyle yaptığı kestirilemeyen karakterler yerine neyi neden yaptığını bilen ve ne hissettiklerini anladığımız kişilerle karşılaşmak gerçekten güzeldi. Ama bu karakterli karakterler Kral Fare’yi iyi bir kitap yapmaya yetiyor mu şüpheliyim. Okunurken keyif alınan ama okunduktan sonra pek izi kalmayan kitaplar arasında düşünmek daha yerinde olur Kral Fare’yi. Ama bu karakterli karakterler ve anlatım becerisi CM’yi kesinlikle okunup takip edilesi bir yazar haline getiriyor. Umuyorum ki Yordam verdiği sözü tutar da CM’nin diğer tüm eserlerini çevirip basmaya devam eder (hatırlatma: bakmayın siz bu konuyu şimdi girdiğime, kitap …’da çıktı, ben de .. da okudum).

İşte Yordam’a iki soru: (1) Yeni kitap ne zaman gelecek? Ve (2) Neden China Mieville serisine bu kitapla başladık?


* Fareli Köyün Kavalcısı nasıl çocuk masalı olmuş anlamadım ben. Hadi bizim nesil zaten Clementine’lerle büyüdü de şimdi de çocuk kitapları raflarında bulmak mümkün bu masalı.  Öykünün aslı bir efsaneye dayanıyor: Pied Piper of Hamelin. “Orta Çağ’da Almanya’da Hamelin diye bir kent varmış. Ahali kenti istila eden sıçanlardan pek muzdaripmiş. Bir gün kente alacalı kıyafetleri içinde bir Kavalcı gelmiş. Demiş ki, sıçanlardan sizi kurtarırım ama paranızı da alırım. Ahali bu öneriyi kabul edince başlamış kavalından bir şeyler çalmaya. Sıçanlar büyülenmiş gibi düşmüş ardına. Kavalcı da gitmiş hepsini Weser nehrine dökmüş, katletmiş. Sonra parasını istemiş, vermemişler, üstüne üstük bi de aşağılayıp kovmuşlar Kavalcı’yı. Gel zaman git zaman ahali bir gün kilisedeyken Kavalcı intikam için geri dönmüş, başlamış kavalını çalmaya. Bu kez köyden 131 çocuk büyülenmiş de düşmüş kavalcının peşine. Kavalcı çocukları almış da gitmiş. Hatta tek çocuk kurtulmuş, çünkü o topalmış”  Bu nasıl masal haline getirilmiş ki? Şimdi gidip bir kitapçıdan almak lazım…

12 Mart 2011

çoğunluk ver 2.0

(Bu yazı bizim mechul ogrenci'den. Kendisinin de dediği gibi Çoğunluk konusunda bir hayli tartışmıştık. Ben oturup bi yazı yazınca -link burada- o da cevaben bir yazı yazmış. Buyrun efendim...)

Aslında filmi beraber seyretmiş olmamız, senin benim kadar etkilenmediğini görmem, belki sinema algımızın farklı olması dolayısıyla çoğunluk eleştirin hakkında bir şeyler yazmak istedim fakat araya başka bir takım işlerin girmesi dolayısıyla ilgilenemedim taa ki geçenlerde Tanıl Bora’nın ODTÜ film festivalindeki  “Vavien ve Taşra Kültürü” söyleşisinde, duyduklarım ve senin film eleştirini tekrar okumam dolayısıyla bir şeyler yazayım dedim.
 
İlk olarak Tanıl Bora’nın Vavien ve taşra ile ilgili olarak söylediklerinden Çoğunluk filmine gelmek istiyorum.Tanıl Bora taşra anlatısını Vavien  ve Çoğunluk filmini karşılaştırarak yaptı. Yani Vavien’deki kötü karakteriyle Çoğunluk’taki kötü karakterini (iki filmde de Settar Tanrıöğen oynuyor ve birisinde kötü rolünde, ne de severiz).  Bu karşılaştırma aslında taşra ve şehir kültürlerinin karşılaştırmasıydı. Yani taşra ve şehir orasınıfının (ortasınıfı daha sonra açıcam kızma hemen) karşılaştırması. İki filmde ki kötününde aslında ortasınıf olduğunu fakat birinin taşra ortasınıfı olmasından kaynaklı sadece bir kötü plan yaptığını ama bunu bile uygulamada beceremediğini, aslında köylü kurnazı dediğimiz bir saflığada sahip olduğunu vurgularken, şehirli ortasınıfın A, B, C hatta belki daha fazla planının olduğu, bu planların bir sürekliliğinin olduğu,daha acımasız, tuttuğunu koparmadan rahat etmeyen ve daha iktidar sahibi, güçlü bir kötü olduğunu görüyoruz. Bunları söylerken anlatmaya çalıştığım şey tıpkı senin bahsettiğin ve orta sınıfı ezen ezilen ilişkisinde bir yere koyma çabası. Kavramlarını biraz ortadoks bulduğum( kardeşim ben iki sınıf bilirim, işçi sınıfı ve burjuvazi derlerdi eskiden) için orta sınıfı bir yerlere sıkıştırmaya çalışacam.
İki filmde de anlatılan ortasınıfı ezen-ezilen diyalektiktiğinde bir ikiye bölünmüşlükten çok arada kalmış bir sınıf olarak düşünüyorum. Yani bu çelişkide ezilene karşı ezen taraftarı olmuş ama tam bir burjuva- aristokrat kültürüne de sahip olamamış, ezen tarafından tam kabullenilmemiş(tam anlamıyla ezen olamamış) bir sınıf. Orta sınıf karakteri ise, bu ezen sınıfa hep bir yaranma çabasından kaynaklı, ona söyleneni uygulayan, itaat eden, ezmeye çalışan ya da gördüklerine karşı ses çıkarmayan, görmezden gelen sadece kendi çıkarı doğrultusunda hareket eden ve aslında çoğunluk gibi davranan bir sınıf. Hep bir kaygan zeminde, kendine hükmedene göre rengini değiştiriyor. Dün milliyetçi, militarist olur, bugün islamcı muhafazakar. Çoğunluk olmasının sebebi ise ezen sınıf tarafından kaale alınan sınıf oldukları için onlara çoğunluk gibi davranılması. Belki onlar aslında çoğunluk değil ama çoğunluk sıfatı onlara ezen sınıf tarafından verilmiş bir görev. Yani Adorno’nun “kültür endüstrisi” kavramıylada örtüşen ve  “Günümüzde kültür herşeye benzerlik bulaştırır” da belirttiği yaratılan bir çoğunluk kültürü bu. Orta sınıf ise bu kültürün uygulayıcısı olarak değerlendirilen sınıf. Tıpkı Refah Devletleri döneminde, fordist üretim sisteminde çalışan işçilerin böyle bir göreve sahip olmaları gibi neo-liberal dönemde de orta sınıf bu kültür endüstrisinin uygulamadaki mihenk taşı. Ama zaten ortasınıf dediğimiz şey tarihsel anlamda da hep böyle bir konumda. Ama dediğim gibi senin bahsettiğin sınıf ayrımları biraz ortadoks kavramlar. Bugün orta sınıfa üretim araçlarına sahip olma hakkı da veriliyor, sınıfını bildiği sürece tabii ki.

Ya aslında senin eleştirinde en çok beni üzen şey, yönetmeni geldiği sınıftan kaynaklı olarak yerden yere vurman, acımasızca eleştirmen. Bunda biraz emeğekarşı haksızlık yaptığını düşünüyorum. Onun Bilkent’li olması iyi bir sınıf analizi yapamayacağını gerektirmez. Biliriz ki Marx, Bakunin ve bir çoğu hep aristokrat ya da burjuva sınıftandır ve düşünce yön vermiş insanlardır. Yılmaz Güney’i toplumsal gerçekçi olarak alabiliyoruz da Seren Yüce’yi niye alamıyoruz. Ben bu yaptığı ortasınıf tahlilinden dolayı onu da bu kategoriye alma taraftarıyım. Bu bir “liberal bir anlatıdır” belki bir çözüm, bir yol önermez ve “olan” ı ortaya koyma çabasındadır belki ama dil olarak “toplumsal gerçekçilik” çabasındadır kanımca.



Son olarak “öteki” meselesinde dediklerine katılıyorum. Yani resmen bütün ötekilerden bahsedicem diye bir çabaya girişmiş, pek olmamış. Oysa filmde ki kürt ve kadın ezilenleri bize yeterince şey anlatıyor zaten. Bir de filmi izlerken gerçekten bir sıkıntı hissettim, beni sarstı ve bayağı da etkiledi diyebilirim. Bir arkadaşım da şöyle dedi “Eğer filmi sinema da değil de evde izliyor olsaydım, bir kaç yerinde durdurur, bir hava alır,sigara içer öyle devam ederdim.” Aynı şeyleri ben de hissettim aslında ve şimdiye kadar böyle hissettiğim çok film yok. Çoğunluk bunlardan biri olması dolayısıyla bile başarılı bence.