Küçükken arada sırada uğramak zorunda olduğumuz bir akrabamızın benimle aynı yaşta olan bir oğlu vardı. Bu çocuğun böyle çeşit çeşit masal kitapları vardı. Kapağı açılınca rengârenk sayfalarla karşılaşırdınız, hatta kimisi 3D formatına bürünürdü bu sayfaların. Ne özenirdim o çocuğa, ne severdim o kitapları. Hem büyük, renkli, “kaygan kağıtlı”, kimisi 3 boyutlu idi hem de bunlar benim pek haberdar olmadığım masalları anlatırlardı.
Sürekli olarak küçükken kitaplarla ilişkimin hep sınırlı kaldığını düşünürdüm ama şimdi dönüp bakıyorum da o kadar da uzak değilmişim kitaplara aslında. Mesela sürekli olarak ilçe kütüphanesinin üye kartını taşırdım ben. Bir sürü şey hatırlıyorum o kütüphaneden…
O bizim öğrencilik dönemlerimizde dönem ödevi hazırlamak şartı vardı. Hem de her dersten. Eğer 8-10 arası alırsanız o ödevden karneye düşecek olan notunuz 1 artardı, yok eğer 6’dan aşağı geldiyse o not, o zaman 1 eksik düşerdi karneye. Ben not artışına aldırmayan, daha doğrusu buna pek ihtiyaç duymayan bir öğrenciydim. Sanırım kimince inek vasfında, kimince ukala vasfındaydım. Ama yine de kütüphaneye üyeliğim aslında bu ödevlerin üstesinden gelebilmek için ihtiyaç duyduğum Ana Britannica ve Meydan Laorusse ciltlerine erişim içindi. Dönem, henüz ansiklopedilerin 60 kupona verildiği dönem değil, fasikül fasikül gazete bayilerinden satın alındığı ama seri tamamlandıktan sonra dahi nedense o fasiküllerin bir türlü ciltlettirilmediği dönemdi. Bir dönem sonra vitrinlerde yer kalmayınca annelerin yeter artık ben Arcopal yemek takımı istiyorum diye isyan ettikleri dönem başlamıştı ki Allah’tan o dönemde orta öğretim öğrencilerinin dönem ödevi hazırlama yükümlülükleri kalkmıştı hatta bizler kredili sistem sağ olsun 2,5 senede liseyi bitirmeye hazırlanıyorduk. Pardon, zaman çizelgemde hayli ileri gittim, şimdi dönelim geri…
En başta, ilkokul öğrencisiyken öğretmen götürürdü zorla. Hatta ödevlerimizi orada yapmamızı isterdi. Her öğrenci gibi biz de öğretmenin dediğini yapmamak için inatlaşırdık tabi. Ve o kütüphane salonlarında kaytarmak için tek seçenek vardı, o da oradaki öykü ve masal kitaplarıydı. Düşünüyorum da dönemin kütüphane müdürü haddinden fazla milliyetçi biri olsa gerek ki oradan sadece Nasreddin Hoca, Keloğlan ve bilumum Dede Korkut kitabı hatırlıyorum. Sanki bütün La Fontaine’leri hep başka yerlerden okumuşum. İşte o akraba çocuğunun kitapları ondan da hoşuma giderdi. Tamam Pamuk Prenses ve 7 Cüceler’i, Kırmızı Başlıklı Kız’ı, Cinderella’yı, Bremen Mızıkacıları’nı, Pinokyo’yu veya Yalancı Çoban’ı biliyordum ama onda Rapunzel vardı, Hansel ve Gratel vardı, Uyuyan Güzel, Kurbağa Prens, Kırmızı Çizmeli Kedi, Kurşun Asker vardı. Tabi ki bir de Fareli Köyün Kavalcısı*.
Bu saydıklarımın birçoğunu öyle ya da böyle hatırlıyordum ama Fareli Köyün Kavalcısı’nı (FKK) hatırlamıyordum hiç. Okuduğumu biliyorum ama bende hiçbir karşılığı yokmuş demek ki. Ama hiç de bil(e)mezdim kendimi çocuk sahibi olmaya hazırladığım bir dönemde bu masalı tekrar hatırlayacağımı. China Mieville sağolsun.
Vakti zamanında okumayı çok seven ve düzen çarklarına girmeyi şiddetle reddeden, bir dönem mutlaka beline kadar saçlarını uzatmış her genç gibi biz de bir yayınevi kurmayı tasarlıyorduk. Sabahlara kadar sontilkiyle birlikte kitap taramış, hatta ülke dışındaki yayınevlerine mailler atıp kitap bile istemiştik. Yolladığımız o arzulu ve coşkulu maillere kanan kimi yayınevleri (AK Press bunlardan biriydi) bize kitap göndermişlerdi. İşte istediğimiz kitaplardan biri de China Mieville’nin Merdido Street Station’u idi. Okuma görevi sontilki’nindi. Kitap, hazretlerinden olumlu görüş almıştı da basma kararı almıştık, diye hatırlıyorum. Para bulamadık tabi ki. Kaldı. Kahrolsun kapitalizm!
Yordam gibi bilinen ve sağlam kitaplar basan bir yayınevinin cyberpunk, gotik punk veya urban dark fantasy gibi bir alana girmesine ve seriye China Mieville (CM) ile başlamasıyla şok olduk ve sevindik. Hatta tüm kıskançlığımızı takınıp, o adamı ilk önce biz bulmuştuk, dedik, “Mieville sıkı bir Troçkist – Marksist ya, Yordam ondan basıyordur o kitabı” diyerek bok bile attık. Çatladık, resmen çatladık. En sonunda kendimize bi geldik de rahatladık, keyiflendik. Kitapçı raflarında görür görmez hemen aldık da okuduk.
İşin aslına bakılırsa Kral Fare’nin FKK ile ilgili olduğunu kitabı okumaya başlamadan önce bilmiyordum (CM ismini görünce kitabın arka sayfasını bile okumamışım anlaşılan). Hatta okumaya başladıktan sonra da bir süre “çok tanıdık” deyip durdum. Kitabın yükselip de tavan yaptığı yerlerin birinde Kavalcı kavalına üflemeye başlayınca milyon tane farenin onun peşine düştüğünü ve Londra’nın göbeğinde kendilerini Thames nehrine bırakıp telef oldukları anlatıldı da anca o zaman aydım. O ana dek kitabı ilk okuduğum yazarın keyifli bir kitabı olarak okuyordum, ondan sonra kitabı bir masal cover’ı olarak okumaya başladım, ki bu büyük bir hataymış.
Kral Fare’ye bir masalın (hadi bir efsanenin diyelim) urban dark fantasy olarak uyarlanmış hali demek ziyadesiyle mümkün. Ama kitabı sadece buradan okumak CM’nin karanlık fantezilerini küçümsemek anlamına gelmesin. Kral Fare bana fazlasıyla Neil Gaiman’ın YokYer’ini hatırlattı; ancak Gaiman bir masal yaratırken CM bir masalı gayet soğukkanlı bir gerilime çevirmeye çalışıyor. Bunu başarıyor da! Kitabın bazı bölümlerinde, mesela ….’n Londra metrosunun karanlık tünellerinde kanlı bir pelte gibi patlayışı veya güzelim Natasha’nın şuursuz halde Kavalcı’nın esiri haline gelişi gibi, ben cidden ürperdim. Tabi ki kitabın asıl zirvesinden bahsetmiyorum bile…
Kitabı okurken en büyük keşke’m “keşke elektronik müziğe biraz daha aşina olsaydım” oldu. CM’nin anlatımında genelde müzik özelde ritim o kadar önemli bir yere oturuyor ki Kavalcı sadece sihirli bir kaval çalan bir adamdan ziyade müzik ve ritim dehası acımasız bir katil olarak konumlanıyor. Ritmi öyle bir kullanıyor ki Kavalcı, CM bu sayede romanın zirve noktasında, bir katliam ortamında, zaman akışını istediği gibi eğip büküp elektronik müzikli, az ışıklı bol kanlı orgy formunda bir dans-seks partisi kurgulayabiliyor. CM öyle bir Kavalcı yaratmış ki sanki sadece o sayede Kral Fare’yi yaratmış gibi olmuş. Bu Kavalcı’yı bu kadar önemli kılan şey ise CM’nin onun anlatma becerisi değil kuşkusuz. Hatta CM Kavalcı’yı hiç Kavalcı’dan doğru anlatmamış bile; asıl kahramanımız Saul’un hissettikleri üzerinden biliyoruz Kavalcı’yı, onun ne kadar kötü olduğunu. Lakin Kavalcı’nın kötülüğü ne bileyim salt kötülük olan İskeletor veya Ali Cengiz gibi değil de daha çok Dark Night’taki Joker’in kötülüğü gibi. Biraz mahkum kalınmış bir kötülük. CM romanın herhangi bir yerinde herhangi birine kötü yakıştırmasını yapmıyor. Kötülük gibi görünen şeyin arkasında tüm kötülüklerin anası var yine: iktidar. Kavalcıyı, Farelerin Kralı’nı, Anansi’yi ve Saul’u karşı karşıya getiren şey iktidar savaşından öte bir şey değil aslında. Ama…
Anlatımı keyifli (bu açıdan çeviriye de güzel demek lazım tabi) ama çok da derin olmayan bir kitap Kral Fare. Ancak romandaki karakterler sağlamlar ve gerçekten kişilikliler. YokYer’de şikâyet edip durduğum hissiz ve neden öyle yaptığı kestirilemeyen karakterler yerine neyi neden yaptığını bilen ve ne hissettiklerini anladığımız kişilerle karşılaşmak gerçekten güzeldi. Ama bu karakterli karakterler Kral Fare’yi iyi bir kitap yapmaya yetiyor mu şüpheliyim. Okunurken keyif alınan ama okunduktan sonra pek izi kalmayan kitaplar arasında düşünmek daha yerinde olur Kral Fare’yi. Ama bu karakterli karakterler ve anlatım becerisi CM’yi kesinlikle okunup takip edilesi bir yazar haline getiriyor. Umuyorum ki Yordam verdiği sözü tutar da CM’nin diğer tüm eserlerini çevirip basmaya devam eder (hatırlatma: bakmayın siz bu konuyu şimdi girdiğime, kitap …’da çıktı, ben de .. da okudum).
* Fareli Köyün Kavalcısı nasıl çocuk masalı olmuş anlamadım ben. Hadi bizim nesil zaten Clementine’lerle büyüdü de şimdi de çocuk kitapları raflarında bulmak mümkün bu masalı. Öykünün aslı bir efsaneye dayanıyor: Pied Piper of Hamelin. “Orta Çağ’da Almanya’da Hamelin diye bir kent varmış. Ahali kenti istila eden sıçanlardan pek muzdaripmiş. Bir gün kente alacalı kıyafetleri içinde bir Kavalcı gelmiş. Demiş ki, sıçanlardan sizi kurtarırım ama paranızı da alırım. Ahali bu öneriyi kabul edince başlamış kavalından bir şeyler çalmaya. Sıçanlar büyülenmiş gibi düşmüş ardına. Kavalcı da gitmiş hepsini Weser nehrine dökmüş, katletmiş. Sonra parasını istemiş, vermemişler, üstüne üstük bi de aşağılayıp kovmuşlar Kavalcı’yı. Gel zaman git zaman ahali bir gün kilisedeyken Kavalcı intikam için geri dönmüş, başlamış kavalını çalmaya. Bu kez köyden 131 çocuk büyülenmiş de düşmüş kavalcının peşine. Kavalcı çocukları almış da gitmiş. Hatta tek çocuk kurtulmuş, çünkü o topalmış” Bu nasıl masal haline getirilmiş ki? Şimdi gidip bir kitapçıdan almak lazım…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder