ben

merhaba. burada üzerine iki çift laf et diye dürtüp duran kitaplar bazen de filmler hakkında yazıyorum. niyesi yok. bir çeşit not defteri işte. tutamadım kendimi, benim de edecek iki lafım var derseniz, salın kendinizi, ekleyin metnin orasına burasına. yok illa sana doğrudan yazacağım derseniz guhercile@gmail.com'a da yazabilirsiniz.

3 Ağustos 2010

faubourg 36

Birisi Fransız filmlerini sıkıcı bulduğunu söylediğinde nedense o zat-ı muhteremi gözlerinden öpesim gelir. Kolay bir şey değildir çünkü bunu söylemek. Fransız filmleri, bir yerde, referandum öncesinin olabildiğince sıradanlaşmış ama siyasallaşmış Türkiye’sinin iki uzlaşmaz kampı gibi iki farklı kamp yaratır. Şöyle ki ilk gruptakiler Hollywood sinemasına kökten muhaliftir. Çünkü Hollywood sineması politiktir, ideolojiktir, kapitalisttir ve faşisttir ve tüm bu özellikleri ile kültür emperyalizminin baş aracıdır. Eyvallah! İkinci grup da ilk grubun sinemayı böyle okumasına muhalefet ederek sözümona pek entelektüel (ve duygusal ve hassas ve de sanatsal) olan Avrupa –özellikle Fransız- sinemasına önyargıyla yaklaşır. Bu ikinci gruba göre sinema bir lunaparktan veya Mehmet Ali Erbil’in senelerdir süren şaklabanlığından öte bir şey değildir. Hadi değildir demeyelim de olmamalıdır. Sinema eğlence aracıdır; yeri geldiğinde birlikte izlenildiğinde sevişmeye ön giriştir, yeri geldiğinde eş dostla iyi vakit geçirmenin bir yoludur. Benim durumumdakiler için –benim gibilerin bir hayli çok olabileceğini varsayıyorum- sinema kuşku götürmez şekilde ideolojiktir ama bu ideolojik olma hali sadece Amerikan sineması ile sınırlı değildir. Eğer söz konusu olan Amerikan değerleri ise Hollywood sinemasının reddini bir yere kadar anlayabilirim ama beyaz adamın sadece ABD’den sınırlı olmadığını da hatırlatmak isterim. Ve de benim için sinema eğlencedir; eğlencenin bizatihi kendisi ideolojiktir zaten. Bana nasıl eğlendiğini söyle sana…. Ama zaten konu bu da değil.



Konu benim neznimde şudur; entelektüel görünme çabasındakiler illa ki Avrupa sineması (veya bağımsız Amerikan sineması) derken annelerinin ‘aman evladım sağa sola bulaşma da işine bak, okulunu bitir’ dediği kişilerin illa ki redd-i Avrupa sineması taraftarı olmalarıdır. Kendimi bir şey olarak niteleme anlamında Fransız sinemasını genellemek ve severim/sevmem gibi bir beyan vermek gibi bir seçimim yok. Benim ne olduğuma bir sinema geleneği (ki bu bile bir genelleme) karar verecek değil ya! Bu yüzden ‘Fransız filmleri sıkıcıdır’ lafını eden kişinin gözlerinden öperim; aynı ‘Hollywood sineması aptallar içindir’ diyenlerin de alnından öpeceğim gibi. Helal size! Olmuşsunuz siz!



Tabi ki benim de kendim için genellemelerim var. Mesela ‘sanat filmleri’ sıkıcıdır; 3. sınıf Amerikan filmleri eğlencelidir. İtalyan filmleri gürültülü ama güzeldir, Fransız filmleri sessizdir ama kadınları güzeldir. Ezel Akay filmlerine verdiğim para helal edilir, Vicdan gibi bir filme verilen paraya haram olsun denilir. Bunlarda bir tutarlılık ararsam yandım! ‘Sanat filmi’ ile veya 3. sınıf Amerikan filmi ile ne kastettiğimden emin de değilim. Hadi Bernardo Bertolucci’nin Stealing Beauty – Çalınmış Güzellik’ine sıkıcı deyin de görün gününüzü! (Hadi bir not: zaten genelde o Avrupa sineması kategorisinde ele alınanlar aslında İngilizce konuşmayan sinemadır. Mesela Britanya sineması Avrupa sineması olarak pek görülmez. Ama İtalyan, İspanyol, Fransız veya İskandinav sinemaları o bol simge yüklü halleriyle bu kavramı sonuna kadar hak ederler. Araya da biraz Balkan, biraz Orta ve Doğu Avrupa sineması serpiştirirsin olur biter. Haaa Uzak Doğu sineması mı? Korku veya kungfuvari şeyler seviyorsanız neden olmasın? Koyarsınız Emir Kustarica ile Toni Gatlif’in yanına Kim Ki Duk’u, esans niyetine de Alejandro Gonzales gibi Latin Amerikalı birkaç yönetmen, offf sizden ala entelektüel yok!)  

Velhasıl kelam yiyin birbirinizi diyeyim.


Elimize her nasılsa Faubourg 36 – Paris 36 diye bir film geçti. Filmin kendisini hiç duymamıştık ama yönetmeninden haberdardık. Daha önce bayıla bayıla izlediğimiz Les Choristes – Koro filminin yönetmeni Christophe Barratier. DVD’nin kapağında da o filmden bir çok karakteri alınca kaçırmayalım dedik de oturup izledik. Hoş saatler geçirdiğimizi hatırlıyorum da film bana ne bıraktı pek hatırlamıyorum. Garip olan da bu ya!


Bir konu vardır, o konu işlenirken daha ziyade fon olsun diye yan konucuklar serpiştirilir. Bunlar o kadar önemlidir ki hem olayların zamansallığını ve mekansallığını yansıtır hem de karakteri var eden etmenler gösterilir. Örneğin Malena’da Malena’nın öyküsünü var eden şey sadece erkeklerin kıskancı ve ihtirası veya toplumun ahlak anlayışı ya da Monica Belluci’nin muhteşem güzelliğinin getirdiği belalar değil, faşist İtalya’daki bir taşra kasabasının ruh halidir de. Hatta Tinto Brass bile bu ‘fon seçme’ işini o hale getirir ki Salon Kitty üzerinden yine o faşist İtalya’yı anlamayı az biraz mümkün kılar. Bu fon işi (yan konucuklar işi) pek önemli!


Paris 36’da böylesi fonlar çok mevcut. Hatta o kadar çok ki asıl konu neydi diye düşünmeye başlıyorsunuz. Tamam şiirin anafikrini düz yazıya dökün diyen edebiyat öğretmenlerinden pek hazetmem ama ne bileyim bir odak noktası da arıyorum işte. Konu neydi? İkinci dünya savaşı öncesi Fransa’daki faşist cephe ile Halk Cephesi arasındaki mücadele mi? Oğlundan ayrı düşen bir adamın hayata tutunma çabası mı? Muhteşem aşkı sona erdikten sonra eve kapanan ama mevzu bahis o kadının kızı olunca canlanan Troçkivari söz yazarı ve bestekar adam mı? O kıza aşık olan grev kırıcıların başkanı faşist parti üyesi olan adam mı? Yoksa Chansonia'yı, bir müzikholü var etme çabası mı? Muhtemelen yanıt son konu olacak, onu da filmin isminden anlayabildik! (Meraklısına: Faubourg şimdiki banliyö’nün eski ismi. Kapitalizmin o ilk dönemlerindeki insanlık dışı durumlarının yaşandığı mahalle. Kapitalizmin modernleşmesi ile bu mahalleler yavaş yavaş yok olur ama kapitalizmin zulmü altında inleyen işçi sınıfları –ne mutlu ki- banliyö’lere taşınır.)


Neyse. Bunca laf ettik filme ama dediğim gibi izlerken iyi vakit geçirdim. Özellikle oyunculuklar konusunda diyecek hiçbir şey yok. Kendisini Koro'dan tanıdığımız Gerard Jugnot (Pinoil) ile Kad Merad (Jacky) gerçekten çok ama çok iyilerdi. Zaten Koro'yu izleyip beğenmiş birisi sırf o oyuncuları yeniden görmek için izlesinler bu filmi.


Bir de müzikal sevenler tabi. Bolca akordeon ve bolca dans. Belki filmi bizim için izlenilir kılan asıl şeylerde müzikler ve danslardı. İyi bir müzikal izleyicisi ol(a)masam da iyi müziği anlarım :)


Son söz: Olmamış galiba. Vasat+ verdim. Oyunculuklar, müzikler ve danslar hatrına o da!

Adet olduğu üzere filmden bir wallpaper:


Hiç yorum yok: