ben

merhaba. burada üzerine iki çift laf et diye dürtüp duran kitaplar bazen de filmler hakkında yazıyorum. niyesi yok. bir çeşit not defteri işte. tutamadım kendimi, benim de edecek iki lafım var derseniz, salın kendinizi, ekleyin metnin orasına burasına. yok illa sana doğrudan yazacağım derseniz guhercile@gmail.com'a da yazabilirsiniz.

4 Ocak 2011

siege

Siege (Kuşatma) filmini izledikten sonra “ne kadar öngörülü bir filmmiş” dedim ilk önce. Çünkü film 1998 yapımı. Yani, stratejistlerin ABD ve küresel dünya için milat saydığı 9/11 saldırıları henüz gerçekleştirilmemiş; genelde müslümanlar özelde Araplar ABD kamuoyunda henüz bu derece terörist sayılmaya başlanmamış; güvenlik paranoyası kendini göstermeye başlasa da şimdiki kadar abartılmamış. Henüz! İşte o ‘henüz’ bu filmi anlatıyor...


Filmin senaryosu bir yazarın, aynı zamanda da Pulitzer ödüllü bir gazetecinin elinden çıkmış: Lawrence Wright. Bu senaryoyu yazarken 1993 yılında Dünya Ticaret Merkezinin ikiz kulelerine o ana dek yapılan en sansasyonel saldırıdan esinlenmiş. Hani bomba yüklü bir kamyon kuzey kulesine dalar ve 6 kişi ölür 1000 kişi yaralanır. Sormuşlar, soruşturmuşlar ve bu işin ardından ABD’nin İsrail’le ilişkilerinden rahatsız olan bir grup Arap militan çıkmış. Wright da bu malzemeyi almış, yoğurmuş ve bir senaryo yazmış. Başarılı bir öngörüyle. Zaten kendisi yazar olarak asıl şöhretini 11 eylül saldırılarından sonra 2006’da yazdığı The Looming Tower: Al-Queda and to Road to 9/11 sayesinde kazanmış.


Film gösterime girdikten sonra Amerikalı müslüman gruplar kendilerinin filmde tümden terörist ilan edildiklerini iddia ederek bir çok protesto gösterisi düzenlemişler. Yapımcılar “ama biz filmde müslümanlar teröristtir suçlamasının ne kadar mesnetsiz olduğunu, bir eylemin tüm bir gruba mal edilemeyeceğini, nasıl müslümanlar arasında kötüler varsa Amerikalılar arasında da çürük yumurtalar olabileceğini de göstermeye çalışmıştık” deseler de müslüman gruplar ikna olmamışlar ve filmi boykot etmişler. Eee haksız da değiller. Yapımcılar müslümanları ve Amerikalıları iki ayrı grup gibi ele alıyorlar. Yani o efsanevi American Dream’de müslümanlara yer yok; müslümanlar ABD vatandaşı olsalar da Amerikalı olamıyorlar işte...


Ama filmi 9/11’den sonra izlemek hem Hollywood’un öngörü yeteneğini hem de manipülasyon gücünü gösterebildiği için çok ilginç. Herifler bir kez para kazanmayı kafaya koydular mı en ala sosyologa, antropologa taş çıkartıyorlar. O idealleştirilmiş toplamın neyse nasıl tepki vereceklerini, nasıl ve neye karşı önyargıları olduklarını, hatta bu ideal toplamın ‘kırmızı çizgiler’inin neler olduğunu çok iyi biliyorlar. Çünkü bir yerde bunların çoğunu onlar yaratıyorlar.


Uyarmadı demeyin; spoiler!

Bu filmi diğer Hollywood film endüstrisi mamullerinden ayrı kılan şey şu: film çok olası! Hatta oldu! Filmde ortadoğulu ve Arap oldukları arapça konuşmalarından tahmin edilen (!) bir grup terörist var. Bir otobüsü içindeki yolcularıyla birlikte kaçırıyorlar ve bilmem kaç kilo bombaları var. Ama bunlar öylesine teröristler ki talep malep iletmeden bombayı patlatıp sürüyle sivili fani eyliyorlar. Pardon: olay yerine ulaşan FBI dedektifi kahramanımız Hub (Denzel Washington) bomba patlamadan önce teröristleri çocukları serbest bırakmaları konusunda ikna etmeyi başarıyor (ama nedense o da sormuyor dertlerinin ne olduğunu). Kendileriyle birlikte onca insanı zayi ettikten sonra bu terörist gruplar ne istediklerini iletiyorlar. Amaçları liderlerinin serbest bırakılması. Bunu o kadar çok istiyorlar ki ne kadar ciddi olduklarını göstermek için önce öldürüyorlar. Ve tüm istedikleri ABD’nin öldüğünü iddia ettiği Şeyh Ahmet bin Telal’in serbest kalması (tam ortadoğulular yani, lidere ölümüne sadakat). Şeyh bırakılıncaya dek bir dizi patlama daha oluyor ve terör dalga dalga ABD’yi, film düzleminde söylersek New York City’yi sarıyor.


Kahramınımızın görevi bu patlamalardan sorumlu Arap-müslümanlardan teşekkül hücreleri tespit edip çökertmek. Konuyu deştikçe karşısına hep aynı kadın çıkıyor: E. Craft ya da S. Bridger (Annette Bening). Film boyunca gerçek ismini öğrenemiyoruz çünkü ABD hükümetinin pis işlerine bakan bu kadının ismi yok. Kadın yeri geldiğinde Basra Körfezi’nde veya Filistin’de infaz timlerine komuta eder, yeri geldiğinde günah keçisi rolünü oynar. Şeyh’e çıkan yol da bu kötü kadından geçer. Tamam buraya kadar sıradan bir aksiyon filmi gibi akıyor. Yani Rambo’dan veya 3. sınıf bir filmden daha öngörülü değil. Ama iş terör dalgası büyüdükçe değişiyor.


Hükümet teröristlerin Arap olduklarından emin ya, hemen kentte bir sürek avı başlatılıyor. Önce sabıkası olanlar, bölgeye gidip gelenler, camiye takılanlar falan. Ellerinde hiçbir isim olmadığı için öylesine geçiyor günler ama bombalar susmuyor. Ve nihayetinde hükümet radikal bir karar alarak ABD anayasasını ihlal ediyor: Ordu göreve emri veriliyor! Bu ünlem işareti bizim gibi darbelere, girişimlerine alışkın bir millet için gereksiz olsa da ABD için hayati herhalde çünkü film bundan kelli bunun üzerinden gidiyor. Artık konu şudur: vergilerle kurulmuş ve desteklenen bir ordu kendi vatandaşına karşı konumlandırılabilir mi? Mevzubahis olan öteki Amerikalılardan gelen tehdit ise evet!, çünkü bu bir zorunluluktur artık. Ordu tüm genç müslüman erkekleri evlerinden, işyerlerinden ve sokaklardan toplayıp tel örgülerle kapatılmış, başında orada tutulanlara silah doğrultmuş nöbetçi askerleri olan bir kampa kapatıyor. Ordu hep beyazların emrindedir.


Film inatla Amerikalılığı vatandaşlık bağı üzerinden tanımlamaya çalışıyor olsa da, hatta bunu yaparken Hub’un ortağını müslüman yapsa da, hep ötekileştiriyor. Mesela müslüman ortak,  Hattat (Tony Shalhoub), bu ayrımcılığa maruz kalıp çocuğunu ordunun kampından kurtarmaya çabalarken kendisinin da Saddam’a karşı savaştığını falan söylediğinde kendisine kendisiyle aynı dili konuşanlarla savaşmaması gerektiği söyleniyor. Yani alfabesi, dili, dini farklı olan Amerikan vatandaşı Amerikalı değildir, bu kadar net. En azından New York City’yi yöneten General (Bruce Willis) için, yoksa Hub çoktan Amerikan ideallerini savunup müslüman aileye yemeğe gitmiştir.


Neyse boku çıktı. Filmin aksiyon kısmı Hub ile General arasında geçiyor çünkü ordu zıvanadan çıkıp müslümanları fişliyor, öldürüyor. Bundan müslüman da olsalar FBI, CIA, CSI, NCIS vs gibi bir sürü alengilli kurum ajanı da nasibini alıyor. En sonunda bakıyoruz ki ABD ortadoğu’da zıvanadan çıkmış da yetkisini aşmış da bazı grupları desteklemiş de onlar geri dönüp ABD’yi vurmuş da falan filan.. Falan filan da bunların hepsi (askeri darbe yerine sivil darbe mi denir bilemedim) neredeyse oldu!! 9/11, Guantanamo, El Kaide, Irak, GW Bush, Afganistan, JFK havaalanı, İsrail, Filistin, yeni güvenlik yasaları, fişlemeler, islamofobi.. işte ondan diyorum çok öngörülü filmmiş diye. (Filmin sonunda yine tüm ayrımların üstesinden gelen yüce Amerikan idealleri kazanıyor)



Filmin yönetmeni Edward Zwick imiş. Last Samurai (Son Samuray), Kanlı Elmas (Blood Diamond) ve Courage under Fire (Ateş Altında Cesaret) gibi filmleri de yönetmiş. Daha önce bu üç filmi de izlemiş ve beğenmiştim. Bu filmin ne kadarı senaryo, ne kadarı yönetmenlik pek bilemedim ama şu kesin ki, adamın derdinin ne olduğu bir yana, bu adamın işleri güzel. derdini es geçtim Ama şu da var ki adam daha çok yapımcı. Bu yönettiği filmler de dahil olmak üzere My Name is Sam (Benim Adım Sam), Traffic (Trafik) ve Legends of the Fall (İhtiras Rüzgarları) filmlerinde de yapımcıymış bu amca. Akıllı bir yatırımcı belli ki. Gerçi bu filmden belliymiş...


Hiç yorum yok: